10 Mart 2009 Salı

GARİBAN MİLYONER
“Slumdog Millionaire” Üzerine...


Slumdog Millionaire sonunda Türk seyircisinin huzuruna çıktı. Altın heykelciliği bir çok dalda toplamış bu kolaj Danny Boyle filmini görmek için Trainspotting'ten bu yana yönetmenin meraklısı olan birçok kişi sinema salonlarını dolduruyor. Doğal olarak da herkesin beklentisi yüksek. Sanırım en büyük hayal kırıklıkları da işte bu noktadan kaynaklanıyor.
Hindistan tarihine dair İngiliz yönetmenin bakış açısından fonda da bütün dünyanın bildiği ülkemizdeki versiyonu da "Kim 500 Milyar İster" adlı yarışma programı olan deneyselliğe yönelik bir film duruyor karşımızda. Böylesi bir yarışma programını, yönetmenin fon olarak kullanması kolaycılığa kaçma bir çıkmazı da peşinden getirmiş. Bize, hayallerin gerçeğe dönüşümü, böyle bir metafor kullanılmadan anlatılmaya çalışılsaydı bu derece etkili olabilir miydi acaba? Cevabı biraz havada kalan bir soru bu da. Kuşkusuz Danny Boyle'nin "Millions" filminden çok daha ayakları yere basan ama fazla umut dolu bir film Slumdog Millionaire. Trainspotting'le ise kesinlikle karşılaştırılmaması gerektiğini düşündüğüm, böyle bir hata yapılırsa Slumdog Millionaire'in 1-0 yenik başlayacağını belirtmek istediğim bir film. Filmin açılışıyla beraber gösterişli bir müzik eşliğinde Hindistan varoşlarındaki koşuşturmacalar başarılı bir görüntü yönetmenliği eşliğinde yansıtılmış. İşte sıkı bir film karşımızda diyerek koltuğunuza daha bir sağlam yerleşmeye başlıyorsunuz. Ama ilk baştaki bu heyecan da uzun sürmüyor. Geriye dönüşler, tesadüfler, şans ve kader döngüsü kendini tekrar etmeye başlıyor. Bunun üstüne Hintli karakterlerimizin ingilizce konuşmalarını duyduğunuzda keşke Türkçe dublajlı mı izleseydik sorusunu soruyoruz kendimize. Bollywood filmi benzetmeleri de komik duruyor bu film için. Çünkü Danny Boyle Hintli oyuncuları kullanarak Hollywood'a yakın kolaj bir çalışma yapmış. Dil olarak İngilizceyi seçmesinin nedeni de ifade etme noktasındaki zorluklarla karşılaşmamak ve bir çok noktaya müdahaleyi elden bırakmamak için diye düşünülebilir. Ama sonuç itibariyle görüntüdeki tahribatı engelleyecek bir neden de olamaz bu. Hindistan sokaklarında yaşanan sefalet öyküsünden bir umuda yolculuk resmi çizilmeye çalışılıyorsa eğer bir anlatıcı edasıyla yapay dil kullanımından ziyade Hintçe'yi duymak filmi çok daha izlenilir kılacaktı. Ancak Amerikalıların altyazılı film seyretmekten mutlu olmadıklarını da hesaba katarsak Danny Boyle'nin ulaşmaya çalıştığı evrensel kitlenin de şekil itibariyle neye benzediğini görmüş oluruz.

Her anlamda fazla suya sabuna dokunmadan herkesin anlayacağını düşündüğü bir üslupla güzel mekan tasarımları eşliğinde hikaye kurgulanmış. Ancak üslup olarak karşılaştırdığımız zaman Alejandro Gonzalez Inarritu'nun üçlemesinin ilk ayağı olan "Amores Perros (2000)" ta da bu şekilde bir anlatım mevcuttu. Ve iki filmin de amacına ulaşma ve sinemasal yenilikler yaratabilme açısından gözle görülür farklılıkları mevcut. Inarritu, Amores Perros'tan Babel'e kadar geçen sürede gittikçe değeri anlaşılan bir yönetmen oldu. Bunun nedeni ise filmografisine yansıttığı istikrarda da saklı hiç kuşkusuz. Danny Boyle'nin filmiyle yanyana koyulduğu zaman ikisi de iki ülkede yaşanan sefalete bir bakış atmışlar. Ama fark şu ki Inarritu gayet iyi bildiği bir kültürü orjinal lisanıyla farklı hayatların bileşkesinde anlatırken Boyle, uzağında kalmış anlattığı coğrafyanın. Akademinin de zamanında değerini anlayamadığı yönetmenleri zamansız ödüllendirme çabası olduğunu düşünürsek Inarritu'nun da sırası gelmedi mi acaba?

                                             

Sefalet, kader, şans gibi kavramların sürekli kendini tekrar ettiğinden bahsettim filmde. Aynı metodlarla benzer tesadüfleri sürekli görmek Danny Boyle'nin Transpotting'deki klozet sahnesiyle veya Millions'daki anlatımlarıyla örtüşen bir umuda yolculuk hikayesi aslında. Ama orijinallik tadından biraz mahrum bırakılmış bir şekilde. Yine de süslü Amerikan yapımlarından çok daha etkileyici bir havası var Milyoner'in. Didik didik edilmediği takdirde gayet de rahat izlenebilen cinsten. Oscar'ı önemseyecek olup hak edip etmediğini tartışırsak kesinlikle bu yıl Slumdog Millionaire'den çok daha güzel filmler izlediğimi söyleyebilirim. Akademinin cesur davranarak "The Dark Knight" ı sadece yardımcı erkek oyuncu dalında değil de en iyi film ve yönetmen kategorilerinde de aday göstermesini çok isterdim. Ama tabi tüm bu dertler oscarı ciddiye aldığımızda yapılabilecek yorumlardan bazıları.

Görkem (10/03/2009)

Puan 100 Üzerinden 71

Yönetmen: Danny Boyle
Senaryo: Simon Beaufoy, Vikas Svarup (Kitap)
Oyuncular: Dev Patel, Anil Kapoor, Saurabh Shukla, Rajendranath Zutshi

Yapım: 2008, ABD / İngiltere, Renkli

3 Mart 2009 Salı

!f istanbul’da 3 ülke, 3 film

Tarih: 22/02/2009 Seans: 12.30 – Emek Sineması
A Zona (İsyan)


Annemi Ankara’ya yolcu ettikten sonra koşarak metrobüse ilerledim ve 38 dk da Avcılar’dan Mecidiyeköy’e vardım. Sonra da metroyla eşsiz mi eşsiz Beyoğlu’nda aldım soluğu. Çok az zaman kaldığı için elime bir hamburger alıp yiyerek hem de Emek Sineması’na yetişmem gerektiğini hissederek hızlandım. Tarihi Emek sinemasına vardığımda arkadaşımla buluştum, bir adet sigaramı da tüttürdükten sonra salona girdik. Film gayet dingin, insanın içine huzur vereceğini hissettiren görüntüler eşliğinde başladı. Bir sürü yalnız, çaresiz ve şiddetli bir şekilde intihara meyilli insanların hikayesini Portekizli bir yönetmenin gözünden izliyorduk. Neredeyse hiç diyalog olmayan soyut anlatımlara yönelik bir filmdi İsyan. Bulunduğu yere ait olmayan terk edilmiş insanların öyküsü. Ancak deneyselliğin tavan yapması umuduyla sıkıcılık bazında tavan yapmış bir görsellikle karşı karşıya kaldığımı söylemeliyim. Tamamen bir kısa film kurgusu içeren İsyan, gereğinden çok uzun sekanslarıyla Emek sinemasının hem büyüleyici hem de bir o kadar kasvetli havasında yanımdaki arkadaşımın da filmin yarısında tuvalete gitmesiyle garip bir hal aldı. Sonuç itibariyle bir günde üç film kuşağımızın ilk ayağı başarısızlıkla sonuçlanırken yağmurlu bir günde Beyoğlu’nda olmanın sevinciyle salonu terk ettik.


Yönetmen – Senaryo - Kurgu: Sandro Aguilar
Görüntü Yönetmeni: Paulo Ares
Oyuncular: Isabel Abreu, Antonio Pedroso
Yapım: Portekiz, 2008, Renkli


Puan 100 Üzerinden 33
___________________________

Tarih: 22/02/2009 Seans: 15.00 – Emek Sineması
Kærlighed på film (Başka Bir Aşk Hikayesi)

İsyan’dan çıkıp yüreğimize müthiş bir ağırlık çöktükten sonra Roberts Cafe’de mantı yemeye gittik. Ardından da yine aynı mekanda çay eşliğinde kötü bir tiramisu. Fazla zamanımız olmadığı için 15.00 seansına büyük umutlarla biletini aldığım Danimarka yapımı Başka Bir Aşk Hikayesi’ni izlemeye gittik. Danimarka sineması gerek Lars Von Trier’iyle gerek ilk filmiyle beni kendisine hayran bırakan Pernille Fischer Chiristensen’ iyle ve farklı kurgusal yapılara sahip filmleriyle dikkat çeken Chiristoffer Boe’siyle beni kendisine hayran bırakmıştır. Bu film de gerçekten anlattığı sıradışı aşk öyküsü gibi bambaşkaydı. “Hayatlarımızın bir köşesinde hep bir kadın vardır” dan yola çıkarak türlü trajik duruma girmesine sebebiyet veren bir adamın aradığı aşk öyküsü olarak da yorumlanabilir. Attığı adımın kendisini Uzakdoğu mafyasıyla yüzleştireceğini kestirmesine imkan olmayan bir adam ve onun için çılgınca sayılabilecek bir arayış. Yer yer gerilim dozunun da ustalıkla kullanılmasıyla heyecanı hep yukarılarda tutmayı başarıyor Ole Bornedal’in hınzır aşk hikayesi. Hatta anlatılan aşk öyküsünün kapkara bir mizahi anlatımla süslendiğini bile söyleyebiliriz. Öyle ki başroldeki kadın oyuncumuz eski sevgilisini öldürürken bile gülebiliyor, sert görünen tepkilere gülümsemeyle yaklaşabiliyorsunuz.



Nitekim güzel bir film izlemenin ferahlığıyla tarihi Emek Sinema’mızı 10 dakika sonra tekrar ziyaret etmek üzere terk etmeye başlamıştık.

Yönetmen – Senaryo: Ole Bornedal
Görüntü Yönetmeni: Dan Laustsen
Oyuncular: Anders W. Berthelsen, Nikolaj Lie Kaas, Charlotte Fich
Yapım: Danimarka, 2008, Renkli


Puan 100 Üzerinden 73
___________________________

Tarih: 22/02/2009 Seans: 17.00 – Emek Sineması
Baghead (Kese Kağıtlı Katil)


Emek Sineması’nın arka kapısından çıkıp dolanıp tekrar ön kapısından girene kadarki 10 dk içerisinde hava almış olduk. İsmi sizi yanıltmasın sakın. Kese Kağıtlı Katil hikayesi okunduktan sonra sıkı bir teenslasher korku filmi gibi görünse de tamamen durum komedisi üzerine kurulu olan ve filmden ziyade proje niteliği taşıyan bir film. Dört arkadaş ormanın içindeki bir kulübeye ellerine kameralarını alarak film çekmek için proje geliştirmek üzere yola koyulurlar. Ama sürekli birbirlerini korkutarak seyirci olan bizlerin de hepten sinirlerini bozmaya başlarlar. Ama bir yerden sonra kahkahalar atmaktan kendimi alıkoyamadım. Çünkü karakterler o kadar salak görünüyorlardı ki hele sarışın bayanlar tamamen klasik gençlik korku filmlerinden fırlamış ve mutlaka ilk ölmesi gereken tipleri andırıyorlardı. İçlerinde bir de şişman, kızların cinsel anlamda ilgisini çekmeyen ama espritüel olmasıyla dikkat çekici olan bir tip de vardı. Tabii herkesin tahmin ettiği üzere klasik korku filmlerinde bu tip karakterler hemen ölmeliler. Keza bu filmin de en bahtsız kişisi de buydu zaten. Tabiîki ölmedi ama böyle bir filme yakışır bir sonla da bizi güldürmeyi başardı. Garip, absürd, çoğu kişiye göre anlamsız ve yapılma amacı kocaman bir boşluktan ibaret olan Kese kağıtlı Katil yine de samimi görüntüsüyle aklıma kazındı diyebilirim. En azından beni güldürmeyi başardı ve yer yer de bir sonraki sahnede daha ne kadar ileri gidilebilir sorusunu sordurtmayı başarabildi. İlginç bir deneme olabilir ama yönetmenler açısından da devamı getirilmemeli.

Saat 19.30 sularında son filmimiz de bittikten sonra yola koyulduk ve Beyoğlu’nun tramvay kokulu caddesinde gözden kaybolarak sıkıcı hayatlarımıza ilerledik. Bana eşlik eden arkadaşıma da teşekkürlerimi iletmeyi bir borç bildiğimi buradan paylaşabilirim.

Yönetmen – Senaryo – Görüntü Yönetmeni: Mark Duplass, Jay Duplass
Oyuncular: Ross Partridge, Steve Zissis, Greta Gerwig, Elise Muller
Yapım: ABD, 2008, Renkli


Puan 100 Üzerinden 53