15 Temmuz 2011 Cuma

Köprüden Önce Son Çıkış: "Çoğunluk" Üzerine...

Aynı olma dürtüsüyle koşullanmış hayatlar, varlık içinde kapkara yaşantılar, kimliğine sahip çıkamama ve çıkmak zorunda olduğunun da bilincinde olamama durumu. Çoğunluk, çoğunlukla karar vermeye itildiğimiz tercihler üzerine son dönem Türk sinemasından çıkmış modern bir toplum tasviri. Özellikle yaşadığımız coğrafyaya has unsurlar içerdiğini söyleyemem. Bu tarz bir eleştiri filmin başarıyla kotarmış olduğu evrensel dili hiçe saymakla eşdeğer olur. Kozmopolit bir şehirdeki lokal siyasi, maddi ve ahlaki bölünmeler üzerine bir varoluş öyküsü demek daha doğru olur. Anlatılan varoluş da ilerleyen zamanla birlikte paralel bir şekilde zihnimize kazınan yok oluşa göndermeler içeriyor. Çarpık sınıflaşmalar bir ailenin içine giren kamera görüntüleriyle bize gösteriliyor.



Eğitimin önemi vurgulanıyor eğitimsiz kalmış insanlar üzerinden. Anne karakteri ben nasıl sizin bu kadar duygusuzlaşmanıza izin verdim şeklinde serzenişte bulunurken aslında olayın çok başına gitmemiz gerektiğini vurguluyor. Mertkan, daha askerlik çağında oldukça genç, yönlendirilmeye, güçlü olduğunun hissettirilmesine, kendi kararlarının olmasının ne derece önemli olduğunun ona gösterilmesine ihtiyacı olan bir karakter. Daha doğrusu karakterleştirilmeye oldukça müsait bir tip. Ama anne bir yandan kocasının ve oğlunun duygusuzlaşmasından yakınırken diğer bir sahnede de kendi kararlarını irdelemeye çalışan oğluna babasının verdiği kararın her zaman daha doğru olacağını söyler. İşte bu noktada da ailede çok önemli bir misyonu olan anne prototipi oğlunun çelişkilerinden çoğunluğa ayak uydurmaya çalışan kimliksiz bir bireye davetiye çıkarır. Babadan çok fazla bahsedemem. Baba, oğlunun hatalarına nasıl tepkiler vermesi gerektiğinden yoksun bir karakterdir. Ataerkil toplumun dayatmış olduğu her şeyi oğlu üzerinde uygular. Mertkan babasıyla zayıflamak için yürüyüşe, saunaya gider. Ama ardından yüksek kalorili yiyecekleri sanki bir savaş halindeymiş gibi tüketir. Aslında ne istediğini çok iyi biliyordur fakat kendi içine gömüldüğü ruh hali onu bağırmaktan, isyan etmekten alıkoyar. Böylelikle başkalarının hayatı onun da içine sığmaya çalıştığı bir kalıba dönüşür. Bize içinde bulunduğumuz toplumun dayattığı sorular gelir peşi sıra. Mertkan’ın kendine dert edinmediği bir askerliğe gitme mevzusu gündemdedir sürekli. Zamanla Mertkan da bunun bir sorun olup olamayacağı çelişkisine düşmüş olarak bulur kendini. Bazı tersliklerin farkındadır ama bir türlü anlamlandıramaz ve adını koyamaz. Eline silah alıp düşmanla yüz yüze gelebilmesi ne derece önemlidir? Bunların tamamen manasız olduğunu fark edemeyecek kadar uzaktır bulunduğu ortama. Aile ve onun yarattığı dış faktörler bireysel olarak karar verebilme yetimize, isyan duygumuza her şeyin başında engeller koyar ve ben duygusunun gittikçe önemini yitirmesine neden olur. Mertkan da git gide kendisini mahkum olduğu çıkmazın içinde bulur ama bunun nasıl bir mahkumiyet olduğunun da farkına varamaz.



Çoğunluğun çok da suya sabuna dokunmadan siyasi bir kargaşa yaratmak gibi bir derdi de yok. Bu çıkmaza girmeye gayet meyilli senaryo, sonrasında bu konuyla ilgili kendine duvarlar örüyor. Kürt kızı Gül ile şehirli apolitik Mertkan'ın aşkına dönüşmesine izin vermiyor. Boyundan büyük işlere kalkışmayan Seren Yüce ilk filmiyle ırkçılığı daha da bir bizimle, düşüncelerimizle, davranışlarımızla, hissettiklerimizle örtüştürüyor. Söze ve net davranış kalıplarına yer vermeye de gerek kalmıyor böylelikle. Sadeleştirilmiş anlatım dili aslında daha da sertleşiyor.

Çoğunlukta kalanın azınlıktan farkının olmadığı sonucuna vardırmayı başarmış diyebiliriz yönetmen için. Filme bakışını derinleştiren seyirci bu sonuca kolaylıkla ulaşabilir. Sorunun öteki olmakta saklı olduğu üzerine her sahnede taşları yerine oturtan diyaloglar mevcut. Mertkan'ın işçilere tavrı, babanın oğlunun kız arkadaşı hakkında söyledikleri, taksi şoförüne karşı babanın tavrı, hizmetçi kadının ölümü üzerine gelişen sahnedeki kısa ama bir o kadar uzun olan bekleyiş. Tüm bunlar kendimize çizdiğimiz çemberin dışında olan bitene kayıtsızlaşmamızın birer göstergesi. Hatta kayıtsızlık o kadar içselleşmiş ki artık ailemiz bile o çemberin dışında kalmış. Kendi çemberi içinde benliğini yitirmiş insanlardan oluşan bizin öyküsü bu işte.



Bartu Küçükçağlayan beklenenin üzerinde bir performans sergiliyor. Film, neresinden tutarsak tutalım öncelikli olarak Mertkan karakteri üzerinde okunması gereken bir portre çiziyor. Aslında Mertkan da herkesi anlatıyor. Bartu Küçükçağlayan son dönemlerde Büyük Ev Ablukada isimli alternatif müzik dinleyicilerine hitap eden bir grubun da solisti. Müzisyenliği için yorum yapmak şimdilik bizim harcımız değil ama oyunculuk konusunda doğru adımlar atmanın peşinde. Esme Madra, Nihal Koldaş da yalın oyunculuklarıyla dikkat çekiyorlar. Settar Tanrıöğen'e de pek laf edemem. Seviyoruz bu adamı ve artık iyiden iyiye kabullendik. Tüm bunları biraraya getirme başarısıyla bir ilk film öncüsü olan Seren Yüce'yi de açıkçası şimdilik tebrik etmek istemiyorum. İkinci filmini sabırsızlıkla bekliyorum. Tıpkı Özcan Alper'in yutkunma problemi yaşamamıza neden olduğu "Sonbahar" mucizesinin ardından hissettiğim gibi.

Çoğunluk, izlenmesi kolay ama hazmedilmesi zor bir film. Ne anladığına ve sana ne hissettirdiğine göre bu iki kavramın yeri de değişebilir tabiiki. Köprüye girmeden önceki çıkışı yakalamamızı bize salık veren film, araya mesafeler koymayalım diyor çoğunluğun sert üslubuyla. Köprüler geçilmek içindir... Köprüler yıkılmak içindir... Köprüler yeni ufuklara adım atmak içindir...

Köprüler farkında olanların yoludur...

Yönetmen: Seren Yüce
Oyuncular: Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen, Esme Madra, Nihal Koldaş
Senaryo: Seren Yüce
Yapım: 2010, Renkli, Türkiye

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Çiçekli Bahçe: Amador


Amador’un yönetmen, senarist ve yapımcısı Fernando Leon De Aranoa. Olay örgüsünün merkezinde de Marcela karakteri var. Çağımıza ait evrenselleşmiş çelişkilerin ve yaşam koşullarının bize dayatmış olduğu davranış proptotipleri Marcela’yı filmin merkezine yerleştiriyor. Kadın gözüyle bakmanın önemini de belli açılardan vurgulamayı başarıyor. Ama kör gözün parmağına olmaktan ziyade Marcela’yı kendi içimizde içselleştirebilmemize yönelerek. Kadın olarak hamilelik ve özgürlük kavramlarıyla bütünleşiyor anlatım örgüsü. Filmin başında Marcela her şeyi bırakıp gitmeye yeltenir ama hamile olduğunu öğrenmesi, alacağı tüm kararları engellemesine neden olur. Geçmişi ve geleceği arasına sıkışır ve zoraki bir karar verir. Maddiyata dönük yaşama biçiminin insanoğluna dayattığı davranış kalıplarını da irdeliyor film. Para kazanma tutkusundan öte parayı yaşamak için kazanma çabasına dönüşüyor. Fazlasına ihtiyacımız olmadığını ama ihtiyacımız olana bile ulaşmanın kolay olmadığını vurguluyor. Anne olmak ve özgürleşebilme sorunsalına tekrar dönecek olursak bunun da bireysel olarak atacağımız kararlarla paralel ilerlediğini görüyoruz. Sonuç olarak da hamilelikten ziyade en önemli noktanın kararlarımızın arkasından ne kadar cesur bir şekilde gidebildiğimiz şeklinde nihai bir sonuca ulaşıyoruz.

                      

Filmin açılış sekansından kapanışına kadar oldukça dingin bir anlatımla karşı karşıyayız. Görüntü yönetmenliği, kurgu ve özellikle de oyunculuk su gibi akıyor. Ve çiçeklerden bahsetmeden olmaz. Filmin çoğu sahnesine çiçekler hakim. Ama doğal kokularından ziyade yapay olarak tatlandırılmaya çalışılmış çiçekler. Marcela ise çiçeklerin ortasında yapayalnız ve herkesin onu anlamasından çok uzak bir basitlikte yaşıyor. Doğmamış çocuğunun ultrasondaki halini görünce doktora kendisine benzeyip benzemediğini soruyor. Çiçekler nasıl narinse ve çok çabuk solup giderse Marcela da işte böyle. Onun kaderini çiçekler anlatıyor diyebiliriz. Amador aynı zamanda parçaları birleştirme ya da bütünü tamamen bozma üzerinden de okunabilecek bir film. Marcela’nın Amadorla konuşmaları esnasında Amador’a neden sürekli puzzle yaptığını sorar. Ona göre yapılmışı vardır ve onu yapmak için zaman harcamak boşunadır. Oysa Amador hayatın da bir puzzle dan ibaret olduğunu; doğumdan ölüme kadar geçen zamanda sürekli parçaları birleştirmekle uğraştığımızı söyler.
Filmin başrolünde “Acı Süt” ve "Madeinusa" da de oynayan Perulu aktris Magaly Solier var. Amador biraz kıyıda kalmış bir film de diyebiliriz. 30. İstanbul Film Festivali’nin “Dünya Festivallerinden” kuşağında gösterildi. Gerçi ilgi tam yerindeydi. Bu yıl festivalin festivale en yakışan yerinde durmayı başardı.


Yönetmen: Fernando Leon De Aranoa
Senaryo: Fernando Leon De Aranoa
Oyuncular: Magaly Solier, Celso Bugallo, Pietro Sibille
Yapım: 2010, Renkli, İspanya

22 Şubat 2011 Salı

Black Swan: Aronofsky Usulü Kuğu Gölü Balesi

Darren Aronofsky, Requiem For a Dream'den beri farklı arayışlar içerisinde olan bir yönetmen. Bilinen üslupları bozarak kendine has yeni söylemler geliştirmeye çalışıyor. Fantastik sanılan ama aslında tamamen psikolojik temelli olan birçok gönderme yapıyor filmlerinde. Yönetmenin bizlere son hediyesi de: Black Swan. Üzerine bambaşka şekillerde tekrar tekrar düşünülebilecek bir film. Psikolojik okumalarının yanı sıra sosyolojik çıkarımları da olan; içinde vahşi bir aşkı da barındıran cinsten.



Film, Kuğu Gölü balesinin sahnelenme sürecinde hem beyaz hem de siyah kuğuyu sahnede canlandırması gereken Nina karakterine yoğunlaşıyor. Başlarda sadece bir hırs oyunu gibi gözüken süreç Nina'nın paranoyasına dönüşüyor. Aronofsky filmde yer yer gerçeği ve gerçeğe yakın görüntüleri biraraya getiriyor. Bunda da oldukça başarılı ki izleyicinin de aklı karışıyor. Paronayaklık, delilik ve tutku arasında gidip gelmeye varıyor her şey. "Reguiem for a Dream" de ve "Wrestler" da gördüğümüz bağımlılık temalı anlatım biçimi Black Swan'da Nina karakteriyle daha da ön plana çıkıyor. Siyahın ve beyazın net bir şekilde ayrımını koymanın derdinde ilerleyen film kişinin kendini keşfedebilme buhranına mahkum oluyor. Aronofsky bu sancılı süreci artık fiziksel olarak da hissedebilmenin altını çiziyor. İçimizde varolan ama farkına varamadığımız özgür duygular bedenimizi delik deşik ederek ortaya çıkıyor. Aslında tıbbi bir vaka da söz konusu filmde. Paranoyaklık sınırında gezinen bir insanın kafasında kurduğu bir dünya var. Diğer insanların kendilerine zarar vermeye çalıştığını düşünüyor. Bu düşünce önce beynini kemiriyor, buna dayanamayan Nina da vücuduna zarar vermeye başlıyor. Tüm bunlar çevreyle olan çeşitli uyum sorunlarından da kaynaklanıyor aslında.



Yönetmenin diğer filmlerinde de es geçilemeyecek aile unsuru bu filmde de yoğun bir etki unsuru. Nina, mükemmele yaklaşmaya çalışan bir insandır. Disiplinli olarak çalışır, sevgi dolu bir annesi vardır, hala masumiyetinin gölgesinde büyütür umutlarını. Ama Nina'yı acıtan bi şeyler vardır. İşte aile unsuru tam da bu noktada altının deşilmesi gerektiği bir yerde karşımıza çıkıyor. Mükemmelliyetçi anne kızını da kendi gibi yetiştirirken onun bazı şeyleri daha da abartmasından rahatsız oluyor. Oysa ki her şeyi yine o yaratmıştı. Ve şimdi önüne geçemeyeceği bir boyuta geliyor. Masumiyetin cinsel hazlara, farklılıklara kapalı olmakla bağdaştırıldığı bir dünyada Nina'nın hemcinslerine duyabileceği ilgi sadece acı çekmesine neden oluyor. Bale öğretmeninin kendisini keşfetmesi için uyguladığı yöntem; Nina'nın bastırdığı cinselliğini, şiddetini, yalan ve gerçek arasında yaşadığı bocalamayı daha da belirginleştiriyor. Sonunda da engel olamadığı şiddeti vücuduna saplanıyor.



Filmin çok derinlerde bahse konu ettiğim cinsel kimliksizlik sorunsalı üzerinden anlatmaya çalıştığı bir süreç de var. Hayvansal dürtülerin içimizdeki dikenleri dışa taşıma konusunda bilinen en etkin yöntem olduğuna değiniliyor. Aile tarafından altan alta bastırılmış cinselliğin ne istediğine karar veremeyen ve farklı bağımlılıkları yücelterek kendine hedefler koymuş bir nesle zemin hazırladığına dikkat çekiyor. Mükemmeliyetçi ebeveynler farkında olmadan çocuklarının zihinlerine binbir türlü psikolojik travmayı kodluyorlar. Filmin bu şekilde okumasına zemin hazırlayan en büyük etkenlerin başında da yönetmenin diğer filmlerindeki açılımlar olduğunu es geçmemek gerekir.


Uzun zamandan sonra Vinona Ryder ı da görmek güzeldi filmde. Beettle Juice filminin asi kızı şimdi zaman denilen hain düşmana yenik düşüyor. İşte tam da bu noktada vefasızlık üzerine bir takım demeçler de var. Vinona Ryder'ın oynadığı karakter Nina'nın karşısında ayna görevi üstleniyor. Yıllar sonra mahkum olma olasılığıyla yüzyüze olduğu terk edilme korkusuyla başbaşa kalıyor. Bir diğer söyleyişle de sonsuz mutluluk yoktur diye de algılanabilir. Hepsinden öte belki o da Nina'nın yaşadıklarına benzer bir ruh haline sahiptir. Keza günah çıkarmak için hastaneye gittiğinde kendi günahıyla yüzleşiyor. Soğuk olan mezenin de sadece intikam olmadığını anlıyoruz bu sahnede.

Biraz da filmin görsel gücüne değinmek istiyorum. Öncelikle Çaykovski'nin etkileyici tınısı işitsel boyutta algımıza direkt işliyor. Billy Elliot'dan beri bu melodiyi bir filmin içinde genel olarak bu kadar senkronize bir şekilde duyumsamamıştım. Öte yandan öyle bir açılış sekansına sahip ki film geri kalan sahnelerde de aslında neyle karşılaşacağımıza dair çok net ipuçları veriyor. Hırçın bir dans sahnesi bu. Rüya olduğunu tahmin etmek de zor olmuyor. Sürpriz yapmıyor Aronofsky bize çünkü derdi de hiçbir zaman bu olmamıştı. Film, Nina'nın bilinçaltını en saf haliyle yansıtan bu dans sahnesiyle açılıyor. Ve film boyunca dans ve dövüş birarada ilerliyor. Tutkuyla bir işe sarılmanın hastalık boyutunda tüm bünyemizi nasıl sarmaladığını, başka bir şeyi düşünmenin nasıl imkansızlaştığını ve tüm bunların da bize nasıl bir bağımlılık yüklediğini Nina'nın vücudunda fark edebiliyoruz. Takdire şayan oyunculuğuyla kesinlikle Natalie Portman'sız düşünülemeyecek bir filme imza atmış Aronofsky. Öyle ki film, çok ciddi bir çalışma sürecinde bu hale kavuşmuş olsa gerek. Eni konu bale yapmayı öğrenmiş ve içindeki gerçek siyah kuğuyu da ortaya çıkartmış genç oyuncu. Aronofsky cephesinden baktığımız zaman ise tamamen Natalie Portman düşünülerek yazılmış bir senaryo izlenimi veriyor. Bu yıl oscar ödüllerinde banko olarak ismi geçen Portman kuşkusuz heykele de uzanacak. Uzanması da gerekiyor.

Kuşkusuz birçok ödüle uzanacak olan Black Swan bana izlemiş olduğum birçok filmi de hatırlatan ama kendine has yolu olan bir film. Örneğin Mullholland Drive filminde yaşanan paronaya sorunu, hayalle gerçeğin içiçe geçmesi ve kaçınılmaz sonu itibariyle aklıma takılan bir çağrışım yaptı. Ayrıca Alan Parker'ın 1984 yapımı Birdy isimli filminden de bahsetmek istiyorum. Birdy' de Vietnam savaşına katılmış ve kendini kuş zanneden, uçabildiğini düşünen bir adamın öyküsü anlatılıyordu. Film, savaş psikolojisi adına başarılı bir çözümleme oluşturmuştu. Özgürlüğünü, savaşın yıkıcı psikolojisi sayesinde bulan bir adamın bunu delilikle keşfedişinin öyküsü. Bu filmde sosyolojik bir etki vardı karakterin yaşadıklarının üzerinde. Black Swan ise tamamen psikolojik yansıması daha fazla olan bir film. Ayrıca Kosmos'da da deliliğin bireyi ne derece özgür kıldığını düşünmüştüm. Bu düşünce uçmak eylemini bile gerçekmiş gibi algılamaya yardımcı olmuştu. Nina ise delirmekten öte bir paronayanın içinde. Uçabilmesi için bir şeyleri öldürmesi gerekiyor. Son olarak hastalıklı anne kız ilişkisinin anlatıldığı Michael Haneke imzalı La Pianiste filmini de hatırlamadan yazımı bitirmek istemiyorum. Sorunlu ebeveynlerin kendilerine benzetmeye mahkum ettikleri çocuklarının sancıları sado mazoşist eğilimlerle gün yüzüne çıkıyor. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde Nina'nın Haneke'nin yarattığı karakterden pek de farkı olmasa gerek. Belki aklıma gelen tüm bu filmler bağlantısı sadece benim algıma yansıttıkları yüzündendir. Ya da yıllar yılı aslında dönüp dolaşıp aynı sancıları çekiyor oluşumuzdandır. Sonuç olarak Black Swan binbir türlü filmi aklınıza getirse de yönetmenin elinden çıkmış iyi bir iş. Geri kalan yorum da size kalmış...


Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Natalie Portman, Mila Kunis, Winona Ryder, Vincent Cassel
Senaryo: Mark Heyman, Andres Heinz
Yapım: 2010, ABD, Renkli

13 Şubat 2011 Pazar




SIR

Gözlerimde bir sır var bu sabah
Yalnız kediler diyarı diye bir yer varmış
Korkular katmerlenir yürekler buz gibi olurmuş burda
Giden pişman olurmuş ama dönemezmiş
Bugün orda olmadığımı anladım
Ne öğrendiğimi çok iyi biliyormuşum meğer
Sevilmek karşlığında öğrenmem gereken en büyük şey
Sevmekmiş...
Hayat, asi olmakmış
Hayat, su damlası gibiymiş
Minicik bir kız çocuğuymuş hayat
Yaşamakmış en büyük çılgınlık meğer...
Bu sabah eminim ki ben yalnız değilmişim...


onüçşubatikibinonbirsaat23.30

7 Şubat 2011 Pazartesi

Breakfast Club

suçlu, beyin, atlet, prenses ve çöp tenekesi

Bazı filmleri hep aklınızın bir köşesinde tutarsınız bir gün izlemek için. Sonra her yerde DVD sini ararsınız olmadı VCD de idare eder dersiniz. Öyle spesifik bir filmdir ki bu korsana da düşmez zaten. Uzun zamandır bütün internet raflarında, korsanlarda aradığım "Breakfast Club" filmini arkadaşım Soner benim için internetten büyük bir çabayla altyazı programıyla birlikte indirip getirdi. Ona burdan çok çok teşekkür etmek istiyorum. 80 lere ait bu film döneme damgasını vurmuş müzikal denge gibi, hep garipsediğimiz moda akımı gibi bir şekilde hatırlanması gereken konuma sahip.


Beş lise öğrencisinin haftasonu okulun kütüphanesinde 9 saati birlikte geçirmekle cezalandırılışını izliyoruz. Diyalog üzerine bu kadar basit ama aslında basite inerek anlamlanan kavramlarla dolu bir film. 9 saat boyunca gerçekleşen diyaloglar hayata, kendimizi ne kadar önemsediğimize ve başkalarını olduğu gibi kabul edememe yetersizliğimize ışık tutuyor. 5 kişiden tüm insanlık soyuna ve yine 5 kişiden de kendimize çıkıyoruz sonunda. Yaşadığımız gerçekliğin sadece bize ait olduğunu ve ötekiyi de kabullenebildiğimiz sürece sosyolojik algılarımızın açılabileceğini kavratıyor. Aynı zamanda sistem üzerine de başarılı bir çözümleme Breakfast Club. Bizi yöneten, cezalandırdığını zanneden insanlar aslında hiçbir şeyin farkında değiller. Gerçekler bazı insanların suratına çarpıldığında ya da yalan da olsa onların otoritelerini sarsıcı cümleler sarf edildiği zaman bulundukları konumun ne derece sarsıldığını ayrımsıyoruz. Otorite ve itibar sorunsalı yüzünden başkalarına hükmeden insanoğlu yine kendi bencilliğine gömülüyor. Ve her şeyden öte önce başkalarını algılamadan önce kendimizi dinlememiz gerekiyor. Başka insanlar da kendimizi anlayabilmemize yardımcı olabiliyor.


Filmde her karakter bambaşka şeylerden hoşlanıyor. Biri oldukça muhafazakar görünürken her şeyiyle en açık insan görüntüsüne bürünebilmiş; diğeri oldukça sert, nefret dolu... Bir başkası ise oldukça zeki ama bu da yetmiyor işte. Ortak bir noktada buluşabilmek lazım. Bunun için de ortak paylaşımlara yönelmek gerekiyor. Hepsi birlikte kendilerinden geçerek dans etmeye başlıyorlar. Hepsi aynı anda aynı müzikle ve aynı mekanda benzer duygular eşliğinde kayboluyorlar. Sonrasında da ardı sıra diyaloglar... Evrensel olarak baktığımız zaman toplumları algılayabilmek için yemek kültürlerini incelemek faydalı olabilir. Dünya, içinde bambaşka yemek kültürlerine sahip insan topluluklarıyla dolu. Filmde de dikkate değer bir yemek sahnesi mevcut. Sushi, fast food, karbonhidrat ağırlıklı beslenme, zararlı asitlerle dolu bir öğün... Hepsi bambaşka düşündükleri gibi bambaşka şeyler yiyorlar. Sembolik bazı anlatımların oldukça derin yansımaları olduğunu filmin sonuna doğru fark edebiliyorsunuz. Tüm bunların görsel bir terapiye dönüştüğü nokta ise her anında yalın olabilmesinde saklı. Basit cümlelerle itiraf etmek bile kelimelerin altına sağlam ve dingin bir netlik kazandırıyor. Ve tüm bu akış da filmin iç aksiyonundaki hareketi her daim korumasını sağlıyor.


John Hughes aslında sıradan, öylesine ve belki de çoğunlukla eğlendirmeye yönelik bir film çekmeye çalışmış. Ama film, zamanla kimliğini ciddiye alması gereken bir yapıma dönüşmüş. Döneme ait bu tarz çok sayıda örnek içinden bu filmin sıyrılabilmesinde samimiyeti ve derin içeriğine rağmen bunu herkesin çok kolay bir şekilde anlayabilmesini sağlayan üslubu önemli bir yer tutmaktadır. Breakfast Club, genç nesilin sadece Amerikan Pastası serilerindeki gibi cinsel odaklı sapkınlıklar yaşamadığını, çok daha kapsamlı bir mercek altında işlenmesi gereken sorunlara sahip olduğunu gösteriyor ve bu sorunlara da laborotuvar estetiğinde cevaplar bulmaya çalışıyor. Öyle bir noktada yakalıyor ki film sizi mükemmel gibi görünen aile yapısının dahi ne derece yapay unsurlar taşıdığını, bundan sıyrılmanın ise çok ince bir ipte yürümekten farksız olduğunu gösteriyor. Kahvaltı Kulübü hiç kimsenin ifade etmesine gerek kalmadan kendisini tüm gençliğe, aileye, sistem müdehalecilerine adıyor. Ve herkes de bu pastadan hakettiği payı alıyor.


Breakfast Club iyi gözlemlenmiş bir gençlik filmi. Bu şekilde anımsanması, sinema tarihine en iyi gençlik filmlerinin baş sıralarında ismini yazdırması yönetmenin kabiliyetli olduğu bazı alanların ön plana çıkmasını sağlıyor. Genç kuşağın bir dönem yaşadığı sorunlara evrensel çözümlemeler getiriyor, cinselliğe kapalı olan kültürel anlayışı, hafızamıza kodlanmış kurallar silsilesini deşifre ediyor. Hayatımız boyuca konuşmayacağımız, varlığından bile haberdar olunması bizler için çok zor olan insanlara şans veriyor film. Aslında en iyi terapinin aynı havayı solumak, kavga etmek, dokunmak, karşılıklı susmak ya da konuşmaktan geçtiğini söylüyor. En iyi terapinin sistem içinde sisteme kafa tutmakla başarıya ulaşacağını kanıtlıyor. Ve her şeyden önemlisi insanın kendini keşfetmesinin yapabileceği en büyük devrim olduğuna ışık tutuyor.

 
Yönetmen: John Hughes
Senaryo: John Hughes
Müzik: Steve Schiff
Oyuncular: Emilio Estevez, Anthony Michael Hall, Judd Nelson, Molly Ringwald, Ally Sheedy
Yapım: 1985, ABD, Renkli

4 Ocak 2011 Salı

Bir Erhan Kozan Filmi: Çakal

Kenar mahallelerde yitirilmiş bir öyküyü anlatıyor Çakal. İlk film olma zorluğunu da kendinden emin tavrıyla ustalıkla aşmış hatta boyundan da büyük bir işe imza atmış haliyle dikkat çekiyor. Alt metin, şırıngayla enjekte edilircesine işliyor damarlarımıza. Akılda kalan birçok replik var ve bu replikler de görsel olarak destekleniyor. Akın'ın bulunduğu ortamlara yabancılaşması ama her şeye rağmen de bu durumdan sıyrılamaması da filmi izleyen ve hayata dair derdi olan bütün insanlara ayna tutuyor. Eleştirdiği insanların konumuna düşerken bu durumu farklı bir anlama sokuyor. Anlaşıldığı üzere derdini dibe vurarak anlatmaya çalışan bir yönetmen var karşımızda. Akın karakterinin söylediği laflar yönetmenin bundan sonraki filmografisini de şekillendireceği çok net olan söylemler aslında. Hırsızlık yapmaktan ziyade hakkını almak olarak nitelendiriyor ya da ölümün zaten sahip olmadığımız bir şeyi iade etmek olduğunu söylüyor net bir ifadeyle. Türban takan kızın daracık pantolon giymesini eleştiriyor ama daha sonra bunun da anlamsız olduğunu Akın'ın ifadeleriyle dile getiriyor. Aslında yoğun söylemler filmde peşi sıra geliyor. "Ben Nerdeyim? Kim bu insanlar?" şeklinde varoluşsal sorunlar, annenin ölümüne karşı duyarsızlığıyla Zeki Demirkubuz'un Yazgı'sına ve haliyle Albert Camus'un Yabancısına göndermeler, modern sinema başyapıtı Fight Club'ın stilize tepkisine eşlik edercesine sinsi gerilimiyle Çakal iyi bir örnek olduğunu kanıtlıyor. Tüm bu referansların yanı sıra ciddi şeyler söyleniyor ama film kendini ciddiye alıyor mu? İşte bu noktada birtakım eksiklikler var. Fazlasıyla sade ve direkt söylemlere dayalı anlatım biçimi, aksiyonun hipnotize edercesine içe kıvrılmasıyla etkisini yitirmeye başlıyor. Akın, kendisine yüklenen anlamın sıradanlığına kapılıyor. Bir noktadan sonra her şeye kendi içinde karşı çıkan ama karşı çıktığı her şeye de birebir ayak uyduran bir adam olduğunu kanıtlıyor. Hayat da bunun gibi birçok örneğe gebe zaten. Ancak bu durum sinemasal anlatım içinde durağanlığa hapsolmaktan kurtulamıyor. Durağanlığın içindeki şiddet etkisi nötrleşen bir uyuşturucuya dönüşüyor.

Normalde izlediğim filmlerin en çok final sahneleriyle ilgili yorum yapmayı sevmem. Çünkü filmler yönetmenin tercihiyle ya kesin olarak netlik bulur ya havada kalır, ya mutlu son olur ya da kötü tabir edilen bir şekilde biter. Filmin karakteri gibidir. Biz bittikten sonra böyle olsaydı, şöyle olsaydı deriz ama gördüğümüz şekilde bitmesi gerekiyordur demek ki. Bunu bize anlatan kişinin beyninde bulduğu anlamdır tamamen. Ama Çakal'da birşey eksik kaldı. Final için yazılmış senaryoya itirazım yok ama bir şey daha eklenmeliydi ya da sanki bir şey daha çıkarılmalıydı. Bütün içerisinde ne inişe geçen ne de yukarı çıkabilen bir finalle karşılaşabildik. Teknik bir desteğe ihtiyacı vardı belki de.

Her şeyine rağmen heyecanlı ve cesur bir yönetmen var karşımızda. Ayrıca İsmail Hacıoğlu olabilecek en iyi performanslarından biriyle karşımızda. Erkan Can ve Uğur Polat'a da diyecek lafımız yok. Üstün oyunculukların yönetmenin de işini kolaylaştırdığını itiraf etmemiz gerekir.Oyuncular bedenlerini ve seslerini enstrüman şeklinde kullanıp, filmde varlığını pek hissetmediğim müzik olgusunun da yerini doldurmuşlar.

İsmini yazımın başından beri hiç zikretmediğim yönetmen Erhan Kozan'dır. Erhan Kozan Mahsun Kırmızıgül'ün Beyaz Melek filminin set fotoğraflarını çekmiş ardından da Çıngıraklı Top filminde yardımcı yönetmen koltuğunda oturmuştur. Dileğim kendine dert edindiği hikayeleri bu şekilde anlatmaya devam etmesi yönünde.


                             

                      



Yönetmen: Erhan Kozan
Oyuncular: İsmail Hacıoğlu, Erkan Can, Uğur Polat, Haldun Boysan
Senaryo: Sertan Telli
Yapım: 2010, Türkiye, Renkli