3 Kasım 2009 Salı

15. GeZiCi FiLm FeStİvAlİ

Festivaller aslında şehirlerin yaşadığına, kanlı canlı karşımızda durduğuna, nefes aldığına işaret ederler. Şu ana kadar ziyaret edebilme şansına ulaştığım İstanbul Film Festivali bunun en somut örneğidir. Az kalsın filmleri izlemeye kıyamadığım anlar bile oldu. Ama bir festival var ki dokunmaya bile korkarsınız incinecek kırılacak diye. Gezici Film Festivali nam-ı diğer Festival on Wheels ten bahsediyorum. Soğuk Ankara kışlarına sakin sakin hazırlık yaparken bana sıcacık bir karşılama yapan bir festivaldir bu. Kahve tadında da diyebiliriz. Jens Lien'in kusursuz kara mizah şaheseri "Sorun Yaratan Adam" la tanışmama vesile olmuş, Pernille Fischer Christensen ile cinsiyet kimliksizliğine inceden bir bakış attırmış, Haneke ile sığ sularda boğulmama neden olmuş, Goddard'ın burjuvazi eleştirisi yaşasın anarşi dedirten "Haftasonu" filmi ile yakın temas kurdurmuş ve Almodovar'ın kriz geçiren kadınlarının içinde sıkışarak 80 lere farklı bir bakış attırmış bir festivaldir bu. Gerçeküstücü kısa filmlere, avrupa panoraması başlıklı kısalara ve çocuklar için özel seçkilere kapılarını açmıştır. Üstelik ücretsiz kısa film gösterimleri sunarak kısa film mantığının daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamıştır. Gezici festival tamamen amatör bir ruha sahiptir. Üniversitede tiyatroyla uğraşırken amatör bir ruhla profesyonel işler çıkarmaya çalışırdık. Bu festivalin de şehir şehir dolaşarak ulaşmaya insanların pek de itibar etmediği yerleri ziyaret etmesi, sinemanın ne demek olduğunu pek de bilmeyen insanlarla buluşmaya çalışması aslında ticari kaygılardan uzaklaşmış amatör bir ruhun savaşı. Savaş diyorum çünkü tam da bu yıl aslında ayakta durmak için her şeye rağmen direndiğini bize gösteriyor. Kars yerel yönetimlerindeki değişimlere paralel Gezici Festival bu yıl Kars'a uğrayamaz oldu. Daha doğrusu uğramaktan öte Kars, bu festivalin ev sahibiydi. Çeşitli seminerler, workshoplar , sinema konuşalım etkinlikleri ve galalara tanıklık etmişti. Bu uzak yolculuğa 15. yıl itibariyle veda etmek üzücü. İşin sanata vurulmuş okkalı bir balta olduğunu söylemek de yetmiyor sonuçta. Tekerlekleri üzerinde gezen festivalimiz kendine ev sahipliği yapacak sıcak bir yuva arayışına girdi. Yıllar önce bana kapılarını açan aile şimdi ıssız kalmaya başlamıştı. Şehirde bir film festivali düzenlemek bir çok şehir için fazla ütopik gelse de bir şehir bu festivale kapılarını açtı. Eveeet bundan sonra yeni mekanımız "Artvin". Hepimize hayırlı uğurlu olsun temennileri eşliğinde festival ruhunun 4 - 10 Aralık'ta Ankara Batı Sinemasında, 11 - 17 Aralıkta Artvin'de ve 18 - 20 Aralık'ta da sınır ötesi Üsküp'te yaşatılacağını hatırlatırım. Batı Sineması bir hayli anı yüklüdür benim için. Perdeleri kapalıydı ancak bu yıl Gezici Festivalle birlikte kapılarını tekrar açıyor. İstanbul'da da Yeni Rüya sineması için çok sevinmiştim. Üç Film Birden hikayesi kapanıp yerine festivallere ev sahipliği yapan bir sinemaya dönüştürülmüştü bu sinema da. Şimdi Batı Sineması da Üç Film birden e mi dönüştürülecek endişeme tam da zamanında, güzel bir darbe indirilerek sanatsal paylaşıma açık hale getirildi. Batı Sineması'nın önünde Titanic için kışın soğukta saatlerce kuyruk beklediğim günü hala unutamam. Eski, anı kokan bir sinemayı daha kaybetmemenin sevincini de buradan paylaşmak istedim.



Gelelim festivalin bu seneki bölümlerine. Festival bu sene "KARŞI" sloganıyla karşılıyor bizi. Karşı olunacak temalar da hazır: Kapitalizm, Savaş, Burjuvazi, Eğitim, Milliyetçilik, Militarizm ve Cinsiyetçilik. Karşı bölümüne ek olarak da bir panel düzenlenecek. "30 Yıl Önce, 30 Yıl Sonra Almanya", "Kısaca Brezilya" ve "Türkiye Sineması 2009" şu an için belli olan diğer seçkiler. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da takip edemeyeceğim ben. İlk göz ağrım diyebilirim bu organizasyon için. Ruhu olan genç bir proje. Takip etmenizi, çevrenizdekilere tavsiye etmenizi, izlediğiniz filmleri bi kenara not etmenizi şiddetle öneririm. Ha unutmadan bir de bu yıl Reha Erdem kitabı çıkıyor Fırat Yücel tarafından hazırlanacak olan. "Kosmos" öncesi Reha Erdem'i de derinlemesine incelemek isteyenler için başucu kitaplarından biri olacaktır kuşkusuz.

1 Kasım 2009 Pazar

KARANLIKTAKİLER

Aslında Issız Adam’ın kimilerine sıcacık gelen kimilerine ise buz gibi bir anlatımsızlık çemberi içinde olan halveti ruhiyesinden henüz kurtulamamışken “Karanlıktakiler” çıkageldi karşımıza. Vicdan azaplarının, Yalnız insanın, idealleri uğruna değerlerinin varlığını unutan insanların kaybolup gitmiş öykülerini anlatmayı yer yer başarılı bir şekilde oturtmuş Çağan Irmak bu sefer de öyle çok fazla çizgisinin sınırlarını zorlamadan psikolojik temelli bir işe girişmiş. Tabii bilindik unsurlarını da kullanmayı göz ardı etmeden. Hatta bu, öyle bir göz ardı etmeme ki filmin neresinde flashbacklerle karşılaşacağınızı artık sıkı bir Çağan Irmak takipçisiyseniz fark edebiliyorsunuz.



Gülseren ve Egemen birbirlerine bağlı olmak zorunda olan ve hayatlarını anı yaşamaya koşullanmış karakterler ama bu anı yaşama felsefesi de aslında bilinçli bir seyirde ilerlemiyor. Unutulan yaşama bağlılık, insanlara ve hatta kendine olan güven eksikliği, yaşamın eksilttiği bu insanları ertesi güne kadar zamanı geçirmeye odaklıyor. Filmin ilk yarısına kadar anne ve oğulun ruh halleri de birbirlerinin hayatlarını zorunlu eksilttikleri gerçeğinden uzak bir tonajda ilerliyor. İzleyene birbirlerinin hayatlarına ne derece etki ettiklerini anlatmaktan uzak evdeki Gülseren’i ve nefes almak için işyerine giden Egemen’i izliyoruz. Film, psikolojik temelini de yine 1980 Türkiye’sinde yaşanan bir olayın sarsıcı bunalımından alıyor. Ancak siyasi kökenli değil. Politik kargaşa etrafında kendi halinde yaşayan Gülseren’in ve olaylara verdiği tutucu tepkiyle ailesinin travması diyelim. Ama tüm bunlar (flashbackler dahil) Çağan Irmak’ın artık yeni kurgusal açılımlara ihtiyacı olduğunun da bir göstergesi. Adım adım hissettiriyor kendini tekrarlama döngüsü. Ancak ve ancak sonuçta yine insani ve gelenekselci duygusal yaklaşımımızı okşayan bir film duruyor karşımızda. Anne – Oğul ilişkisini anlatmakta başarılı bir performans var ki hakkını esirgememek gerek. Ama biz bunu zaten Babam ve Oğlum’da, Issız Adam’da da görmedik mi. Ha bu demek değil ki yeniden görmenin sakıncası var. Tabiî ki yok amma velakin işin içsel kurgusu (ki bunu teknik bazda algılamak gerek) orijinal söylemlerden gayet uzakta.



Oyunculuk gerçekten olağanüstü. Meral Çetinkaya’yı beyazperdede bir Yıldız Kenter edasıyla görmek farklı bir deneyim oldu. Yalnız tekrar amma velakin deme zorunluluğumu devreye sokan bir rahatsızlıkla da karşı karşıya kalmıyor değilim. Aşırı derecede grotesk bir karakter var karşımızda ve Çağan Irmak bana özellikle ev içerisindeki sahnelerde bir tiyatro oyunu izliyormuşum hissi uyandırdı. Sinema oyunculuğunun tiyatrodan ayrıştırılması gerektiği noktalar olduğuna inanırım ama aslında çok çok ince nüanslar da olabiliyor kimi zaman bu ayrımı ortaya koyabilmekte. Filmde ise fazla zorlandığımı söyleyemeyeceğim. Ağdalı bir oyunculuk desem Atıf Yılmaz’ın Arabesk filminde Müjde Ar’ın oyunculuğunu görmezden gelmiş olurum. Ağdalı desek Müjde Ar bize ne olduğunu gösterdi farklı bir tür içerisinde. İyiden iyiye muhteşem bir teatral performans izliyoruz biz Karanlıktakiler’de. Ama işte bu muhteşemlik bir noktadan sonra gözümüzü yormaya başlıyor ve yerini Erdem Akakçe ve Derya Alabora’nın dingin oyunculuklarına bırakıyor.



Final sahnesi itibariyle en akılda kalıcı Çağan Irmak performansı diyerek sözlerimi burada bitiriyor ama bu demek değil ki en iyi ilk üç filminden biri demeyi de ihmal etmeden izleyene gerekli mesajı uçuruyorum.

Yönetmen - Senaryo: Çağan Irmak
Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Meral Çetinkaya, Erdem Akakçe, Derya Alabora, Rıza Akın Yapım: 2009, Türkiye

21 Eylül 2009 Pazartesi

Biliyorum özlettim kendimi ama az kaldı. Bu arada 17 - 25 Ekim arası 8. Filmekimi başlıyor. http://www.iksv.org/ adresinden programı takip edebilirsiniz. Yakında buluşmak üzere....





8 Nisan 2009 Çarşamba

FESTİVAL GÜNLÜĞÜ 1
Hoşgeldiniz: Karşı Kıyıya Geçmek Üzerine...

Festival geldi. Biz de içeriye buyur ettik tabiî ki. Torbasından neler çıkacak diye beklerken festivalin ruhuna yakışır ve ismiyle de dahil edildiği temaya uygun bir film bizi selamladı: Welcome. 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali Philippe Lioret’in Fırat ve Derya Ayverdi kardeşlerin de oyunculuklarıyla süslendiği Hoş geldiniz filmiyle açılışını yaptı.


Karşı kıyıya ulaşamamak üzerine somut ve soyut imgelemelerin harmanlandığı, politik söyleminin de eksik edilmediği bir dışavurum öyküsü. Filmde Bilal’in yaşadığı engeller aslında somut olarak görebildiklerimizin yansımasıyken, Simon’un tarafından bakıldığı zaman da benzer acılar ve çaresizliklerden ibaret bir yaşam sürdüğümüzü görebiliyoruz. Sadece hepimizin sınırı vardır gerçeğiyle örtüşen ve ardından bu sınırları ne kadar zorladığımız noktasında farklılaşan hayatlara dair ayakları yere sağlam basan bir güzelleme diye de nitelendirebiliriz. Emek sineması gerçekten sessizliğinde bile büyük bir yok olma ve ardından da dirilişi duvarlarında, sahnesinde, perdesinde, fuayesinde barındıran bir festival mucizesiyken tüm bu duyguların yerli yerinde anlatıldığı Hoşgeldiniz ile tarifi zor bir katarsis mevcudiyetini de kaçınılmaz kılıyor. Yaşayan, nefes alan, zaman zaman çığlık attığını hissetiğiniz mekanlar varsa eğer benim için de Emek Sineması bu durumun en somut örneği olacaktır. Sığınma ve göçmenlik olgusunun Fransız Hükümeti’nin çeşitli dayatmaları altında daha da çekilmez bir noktaya ulaşmasıyla sanki tarihi sinemamızın duvarları kabardı, kabardı, ıslandı... İlk defa bu sinemada mükemmel bir ses sistemi olmamasına sevindiğimi söyleyebilirim. Tekrar filmimize ani bir dalış yapacak olursak farklı hayatlar ama benzer yorgunluklar tamamen aynı olmayan ama birbirine paralel duran duygularla tasvir edilmiş. Zaman zaman birbirini bütünlüyor bu hayatlar. Simon’un ilk başlarda boşanmak üzere olduğu eşini etkilemek için Bilal’e yardım etmeye çalışması, sonrasında vicdani hesaplaşmalarla karışık gibi gözüken bir kompozisyona dönüşüyor. Ama vicdani sorgulamada dahi kişisel bir çıkar söz konusu olabilir. Aslında Simon kendisi için hiçbir şey yapamadığı için Bilal’in hayatını onarmaya çalışıyor. Kendisinin karısına ulaşabilmek için geçemediği kaldırımın taşlarını tamamen söküp Bilal’in önüne dizmeye başlıyor. Böylelikle de Bilal’in hayatının sürüklendiği kaçınılmaz anlamsızlık gitgide büyüyor.


Filmi sanki Fransa’da yaşayan bir Türk yönetmenden izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. Tıpkı bir Fatih Akın filmi izlermiş gibi. En az onun anlattığı kadar sert söylemleri de var üstelik. Aradaki fark Philipe Lioret’in hikayesinin Fatih Akın sinemasına nazaran daha dingin bir şekilde finale yaklaşıyor olmasında saklı. Ama insani boyutunda çok büyük benzerlikler var. Yönetmen Simon’un hayatının paralelinde bize Bilal’in hayatının fotoğrafını gösteriyor. Hassas izleyicilere gözyaşlarını tutabilecekleri sözünü veremeyeceğim. Zira filmi izlerken yanımdaki iki bayanın burunlarını çektiklerine şahit olmamın akabinde ben de kendimi onlara eşlik ediyor olarak buldum. Müzikler de ne çok fazla çarpıcı ne de hikayenin altında ezilir cinsten olmamasıyla güzel bir damak tadı yaratmış.


Film bittikten sonra üç tane Türk oyuncu huzurlarımıza çıktı. Derya Ayverdi gazetede gördüğü bir ilan sonucunda elemelere katılmış ve daha sonra bu rolü almış. Sonrasında kendisine Bilal karakteri için önerebilecekleri biri olup olmadığı sorulduğunda da kardeşi aklına gelmiş ve denemeler sonucunda Fırat Ayverdi de Bilal rolünü sırtlanmış. Bu hikayeyi Derya Hanım’ın ağzından dinlemek de ayrıca keyifliydi. Hoşgeldiniz filmiyle Türkiye’ye geldikleri için ayrı bir hoşgeldiniz gönderelim onlara da.

Festival devam ediyor ve biz de yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Görkem (08/04/2009) Puan 100 Üzerinden 84

Yönetmen: Philippe Lioret
Senaryo: Emmanuel Courcol, Olivier Adam, Philippe Lioret
Görüntü Yönetmeni: Laurent Daillant
Müzik: Armand Amar, Wojciech Kilar, Nicola Piovani
Oyuncular: Vincent Lindon, Fırat Ayverdi, Audrey Dana, Derya Ayverdi, Fırat Çelik
Yapım: 2009, Fransa, Renkli

2 Nisan 2009 Perşembe

1 GÜNDE NELER YAPILMAZ Kİ
Groundhog Day Üzerine...

Phil: You know what today is.
Rita: What?
Phil: Today is…Tomorrow…


                                        

Geçen gün gözlerim kapanmak üzere kanallarda gezinirken bilmem kaçıncı kez izleme şansı elde ettiğim bir film çıktı karşıma. Kimi zaman rahatsız edici ama eğlenceli, basit öyküsünün içine ustaca yerleştirilmiş kıvrak kurgusuyla içinde ekonomik oyunculuğuyla Bill Murray’nin de bulunduğu “Grounhdog Day”. Nam-ı diğer “Bugün Aslında Dündü”. Türkçe çevirisi orjinaline göre bambaşka olan filmlerden yerli yerinde olanına az rastlanır. Bu film işte o az rastalanan cinste olanlardan.

İtici, insanların antipatisini kazanmış olan bir gazeteci ve iki arkadaşı her yıl düzenlenen bir festivali görüntülemek ve üzerine haber mahiyetinde bir şeyler çıkarabilmek amacıyla bir günlüğüne küçük bir kasabayı ziyarete gelirler. Ama Phil Connors’un başına öyle umulmadık bir şey gelir ki sanki cezalandırılırmışçasına aynı günü tekrar tekrar yaşamaya mahkum olur. Bu hareketli senaryonun çıkış noktası da sonu da bilimsel gerçeklikten uzak ve belirsizlik kurgusu içindedir. Zaten hikayenin belli noktalarına derin anlamlar yüklenmeye çalışılmış olsaydı aynı günü yaşamanın tekdüzeleşmiş anlatım biçimiyle cevaplar aranmaya çalışılan bilimkurgu olay örgüsü iç içe geçmiş olacaktı. Bu da bizim neye odaklanmamız gerektiği konusunda yönetmen Harold Ramis’i sıkıntıya sokmuş olacaktı. Keza filmin daha sonradan yapılan yeniden çevrimlerinde böyle bir handikap söz konusu. Harold Ramis bu filmde neyi anlatacağını çok iyi tasarlamış. Ne bir eksik ne bir fazla. Her şeye bir cevap bulmamız konusunda da muhalif bir tavrı olduğunu söyleyebiliriz. Aynı günü defalarca yaşamanın arkasında hayatımızın bizim elimizde olduğu ve değişimin de gözlerimizi açıp etrafa baktığımız müddetçe gerçekleşebileceğini minimal bir üslup yakalayarak anlatmış. Andie Mac Dowell’a ise insan hakları savunucusu, iyimser, pozitif düşünce kaynağı görünümü çok yakışıyor. Phil Connors aslında bu kadının hayatına girebilmek amacıyla kendini keşfetmeye doğru bir yolculuğa çıkıyor. Zamanın sürekli kendini tekrarlamasından da öte filmin bambaşka dertleri olduğunu bu noktada kavrayabiliyoruz. Başkalarını mutlu etmenin yolu kendimizi tanımaktan geçer ve bunu başarabildiğimiz ölçüde yaşadığımız anın da kıymetini bilebiliriz. Aslında bunu anlatan yüzlerce film örnek olarak gösterilebilir. Ama bunu anlatmak için seçtiği çıkış noktası ve üzerine harmanlanan ince kurgusu sayesinde diğerlerinden açık ara farkla ayrılıyor Groundhog Day.


Yarını kurgulamak için bugüne sarılmanın vazgeçilmezliğini fantastik ama bir o kadar da sanki gerçekmiş gibi hissedebileceğiniz bir filmle yaşamak istiyorsanız bu filmi mutlaka izleyin. Filmden sonra kulağınıza defalarca Sonny & Cher ikilisini şöhrete kavuşturan “I Got You Babe” şarkısının çalınacağını da hissedeceksiniz.

Görkem (02/04/2009)

Puan 100 Üzerinden 81

Yönetmen: Harold Ramis
Senaryo: Danny Rubin, Harold Ramis
Görüntü Yönetmeni: John Bailey
Müzik: George Fenton
Oyuncular: Bill Murray, Andie MacDowell, Chris Elliott, Stephen Tobolowsky
Yapım: 1993, ABD, Renkli

10 Mart 2009 Salı

GARİBAN MİLYONER
“Slumdog Millionaire” Üzerine...


Slumdog Millionaire sonunda Türk seyircisinin huzuruna çıktı. Altın heykelciliği bir çok dalda toplamış bu kolaj Danny Boyle filmini görmek için Trainspotting'ten bu yana yönetmenin meraklısı olan birçok kişi sinema salonlarını dolduruyor. Doğal olarak da herkesin beklentisi yüksek. Sanırım en büyük hayal kırıklıkları da işte bu noktadan kaynaklanıyor.
Hindistan tarihine dair İngiliz yönetmenin bakış açısından fonda da bütün dünyanın bildiği ülkemizdeki versiyonu da "Kim 500 Milyar İster" adlı yarışma programı olan deneyselliğe yönelik bir film duruyor karşımızda. Böylesi bir yarışma programını, yönetmenin fon olarak kullanması kolaycılığa kaçma bir çıkmazı da peşinden getirmiş. Bize, hayallerin gerçeğe dönüşümü, böyle bir metafor kullanılmadan anlatılmaya çalışılsaydı bu derece etkili olabilir miydi acaba? Cevabı biraz havada kalan bir soru bu da. Kuşkusuz Danny Boyle'nin "Millions" filminden çok daha ayakları yere basan ama fazla umut dolu bir film Slumdog Millionaire. Trainspotting'le ise kesinlikle karşılaştırılmaması gerektiğini düşündüğüm, böyle bir hata yapılırsa Slumdog Millionaire'in 1-0 yenik başlayacağını belirtmek istediğim bir film. Filmin açılışıyla beraber gösterişli bir müzik eşliğinde Hindistan varoşlarındaki koşuşturmacalar başarılı bir görüntü yönetmenliği eşliğinde yansıtılmış. İşte sıkı bir film karşımızda diyerek koltuğunuza daha bir sağlam yerleşmeye başlıyorsunuz. Ama ilk baştaki bu heyecan da uzun sürmüyor. Geriye dönüşler, tesadüfler, şans ve kader döngüsü kendini tekrar etmeye başlıyor. Bunun üstüne Hintli karakterlerimizin ingilizce konuşmalarını duyduğunuzda keşke Türkçe dublajlı mı izleseydik sorusunu soruyoruz kendimize. Bollywood filmi benzetmeleri de komik duruyor bu film için. Çünkü Danny Boyle Hintli oyuncuları kullanarak Hollywood'a yakın kolaj bir çalışma yapmış. Dil olarak İngilizceyi seçmesinin nedeni de ifade etme noktasındaki zorluklarla karşılaşmamak ve bir çok noktaya müdahaleyi elden bırakmamak için diye düşünülebilir. Ama sonuç itibariyle görüntüdeki tahribatı engelleyecek bir neden de olamaz bu. Hindistan sokaklarında yaşanan sefalet öyküsünden bir umuda yolculuk resmi çizilmeye çalışılıyorsa eğer bir anlatıcı edasıyla yapay dil kullanımından ziyade Hintçe'yi duymak filmi çok daha izlenilir kılacaktı. Ancak Amerikalıların altyazılı film seyretmekten mutlu olmadıklarını da hesaba katarsak Danny Boyle'nin ulaşmaya çalıştığı evrensel kitlenin de şekil itibariyle neye benzediğini görmüş oluruz.

Her anlamda fazla suya sabuna dokunmadan herkesin anlayacağını düşündüğü bir üslupla güzel mekan tasarımları eşliğinde hikaye kurgulanmış. Ancak üslup olarak karşılaştırdığımız zaman Alejandro Gonzalez Inarritu'nun üçlemesinin ilk ayağı olan "Amores Perros (2000)" ta da bu şekilde bir anlatım mevcuttu. Ve iki filmin de amacına ulaşma ve sinemasal yenilikler yaratabilme açısından gözle görülür farklılıkları mevcut. Inarritu, Amores Perros'tan Babel'e kadar geçen sürede gittikçe değeri anlaşılan bir yönetmen oldu. Bunun nedeni ise filmografisine yansıttığı istikrarda da saklı hiç kuşkusuz. Danny Boyle'nin filmiyle yanyana koyulduğu zaman ikisi de iki ülkede yaşanan sefalete bir bakış atmışlar. Ama fark şu ki Inarritu gayet iyi bildiği bir kültürü orjinal lisanıyla farklı hayatların bileşkesinde anlatırken Boyle, uzağında kalmış anlattığı coğrafyanın. Akademinin de zamanında değerini anlayamadığı yönetmenleri zamansız ödüllendirme çabası olduğunu düşünürsek Inarritu'nun da sırası gelmedi mi acaba?

                                             

Sefalet, kader, şans gibi kavramların sürekli kendini tekrar ettiğinden bahsettim filmde. Aynı metodlarla benzer tesadüfleri sürekli görmek Danny Boyle'nin Transpotting'deki klozet sahnesiyle veya Millions'daki anlatımlarıyla örtüşen bir umuda yolculuk hikayesi aslında. Ama orijinallik tadından biraz mahrum bırakılmış bir şekilde. Yine de süslü Amerikan yapımlarından çok daha etkileyici bir havası var Milyoner'in. Didik didik edilmediği takdirde gayet de rahat izlenebilen cinsten. Oscar'ı önemseyecek olup hak edip etmediğini tartışırsak kesinlikle bu yıl Slumdog Millionaire'den çok daha güzel filmler izlediğimi söyleyebilirim. Akademinin cesur davranarak "The Dark Knight" ı sadece yardımcı erkek oyuncu dalında değil de en iyi film ve yönetmen kategorilerinde de aday göstermesini çok isterdim. Ama tabi tüm bu dertler oscarı ciddiye aldığımızda yapılabilecek yorumlardan bazıları.

Görkem (10/03/2009)

Puan 100 Üzerinden 71

Yönetmen: Danny Boyle
Senaryo: Simon Beaufoy, Vikas Svarup (Kitap)
Oyuncular: Dev Patel, Anil Kapoor, Saurabh Shukla, Rajendranath Zutshi

Yapım: 2008, ABD / İngiltere, Renkli

3 Mart 2009 Salı

!f istanbul’da 3 ülke, 3 film

Tarih: 22/02/2009 Seans: 12.30 – Emek Sineması
A Zona (İsyan)


Annemi Ankara’ya yolcu ettikten sonra koşarak metrobüse ilerledim ve 38 dk da Avcılar’dan Mecidiyeköy’e vardım. Sonra da metroyla eşsiz mi eşsiz Beyoğlu’nda aldım soluğu. Çok az zaman kaldığı için elime bir hamburger alıp yiyerek hem de Emek Sineması’na yetişmem gerektiğini hissederek hızlandım. Tarihi Emek sinemasına vardığımda arkadaşımla buluştum, bir adet sigaramı da tüttürdükten sonra salona girdik. Film gayet dingin, insanın içine huzur vereceğini hissettiren görüntüler eşliğinde başladı. Bir sürü yalnız, çaresiz ve şiddetli bir şekilde intihara meyilli insanların hikayesini Portekizli bir yönetmenin gözünden izliyorduk. Neredeyse hiç diyalog olmayan soyut anlatımlara yönelik bir filmdi İsyan. Bulunduğu yere ait olmayan terk edilmiş insanların öyküsü. Ancak deneyselliğin tavan yapması umuduyla sıkıcılık bazında tavan yapmış bir görsellikle karşı karşıya kaldığımı söylemeliyim. Tamamen bir kısa film kurgusu içeren İsyan, gereğinden çok uzun sekanslarıyla Emek sinemasının hem büyüleyici hem de bir o kadar kasvetli havasında yanımdaki arkadaşımın da filmin yarısında tuvalete gitmesiyle garip bir hal aldı. Sonuç itibariyle bir günde üç film kuşağımızın ilk ayağı başarısızlıkla sonuçlanırken yağmurlu bir günde Beyoğlu’nda olmanın sevinciyle salonu terk ettik.


Yönetmen – Senaryo - Kurgu: Sandro Aguilar
Görüntü Yönetmeni: Paulo Ares
Oyuncular: Isabel Abreu, Antonio Pedroso
Yapım: Portekiz, 2008, Renkli


Puan 100 Üzerinden 33
___________________________

Tarih: 22/02/2009 Seans: 15.00 – Emek Sineması
Kærlighed på film (Başka Bir Aşk Hikayesi)

İsyan’dan çıkıp yüreğimize müthiş bir ağırlık çöktükten sonra Roberts Cafe’de mantı yemeye gittik. Ardından da yine aynı mekanda çay eşliğinde kötü bir tiramisu. Fazla zamanımız olmadığı için 15.00 seansına büyük umutlarla biletini aldığım Danimarka yapımı Başka Bir Aşk Hikayesi’ni izlemeye gittik. Danimarka sineması gerek Lars Von Trier’iyle gerek ilk filmiyle beni kendisine hayran bırakan Pernille Fischer Chiristensen’ iyle ve farklı kurgusal yapılara sahip filmleriyle dikkat çeken Chiristoffer Boe’siyle beni kendisine hayran bırakmıştır. Bu film de gerçekten anlattığı sıradışı aşk öyküsü gibi bambaşkaydı. “Hayatlarımızın bir köşesinde hep bir kadın vardır” dan yola çıkarak türlü trajik duruma girmesine sebebiyet veren bir adamın aradığı aşk öyküsü olarak da yorumlanabilir. Attığı adımın kendisini Uzakdoğu mafyasıyla yüzleştireceğini kestirmesine imkan olmayan bir adam ve onun için çılgınca sayılabilecek bir arayış. Yer yer gerilim dozunun da ustalıkla kullanılmasıyla heyecanı hep yukarılarda tutmayı başarıyor Ole Bornedal’in hınzır aşk hikayesi. Hatta anlatılan aşk öyküsünün kapkara bir mizahi anlatımla süslendiğini bile söyleyebiliriz. Öyle ki başroldeki kadın oyuncumuz eski sevgilisini öldürürken bile gülebiliyor, sert görünen tepkilere gülümsemeyle yaklaşabiliyorsunuz.



Nitekim güzel bir film izlemenin ferahlığıyla tarihi Emek Sinema’mızı 10 dakika sonra tekrar ziyaret etmek üzere terk etmeye başlamıştık.

Yönetmen – Senaryo: Ole Bornedal
Görüntü Yönetmeni: Dan Laustsen
Oyuncular: Anders W. Berthelsen, Nikolaj Lie Kaas, Charlotte Fich
Yapım: Danimarka, 2008, Renkli


Puan 100 Üzerinden 73
___________________________

Tarih: 22/02/2009 Seans: 17.00 – Emek Sineması
Baghead (Kese Kağıtlı Katil)


Emek Sineması’nın arka kapısından çıkıp dolanıp tekrar ön kapısından girene kadarki 10 dk içerisinde hava almış olduk. İsmi sizi yanıltmasın sakın. Kese Kağıtlı Katil hikayesi okunduktan sonra sıkı bir teenslasher korku filmi gibi görünse de tamamen durum komedisi üzerine kurulu olan ve filmden ziyade proje niteliği taşıyan bir film. Dört arkadaş ormanın içindeki bir kulübeye ellerine kameralarını alarak film çekmek için proje geliştirmek üzere yola koyulurlar. Ama sürekli birbirlerini korkutarak seyirci olan bizlerin de hepten sinirlerini bozmaya başlarlar. Ama bir yerden sonra kahkahalar atmaktan kendimi alıkoyamadım. Çünkü karakterler o kadar salak görünüyorlardı ki hele sarışın bayanlar tamamen klasik gençlik korku filmlerinden fırlamış ve mutlaka ilk ölmesi gereken tipleri andırıyorlardı. İçlerinde bir de şişman, kızların cinsel anlamda ilgisini çekmeyen ama espritüel olmasıyla dikkat çekici olan bir tip de vardı. Tabii herkesin tahmin ettiği üzere klasik korku filmlerinde bu tip karakterler hemen ölmeliler. Keza bu filmin de en bahtsız kişisi de buydu zaten. Tabiîki ölmedi ama böyle bir filme yakışır bir sonla da bizi güldürmeyi başardı. Garip, absürd, çoğu kişiye göre anlamsız ve yapılma amacı kocaman bir boşluktan ibaret olan Kese kağıtlı Katil yine de samimi görüntüsüyle aklıma kazındı diyebilirim. En azından beni güldürmeyi başardı ve yer yer de bir sonraki sahnede daha ne kadar ileri gidilebilir sorusunu sordurtmayı başarabildi. İlginç bir deneme olabilir ama yönetmenler açısından da devamı getirilmemeli.

Saat 19.30 sularında son filmimiz de bittikten sonra yola koyulduk ve Beyoğlu’nun tramvay kokulu caddesinde gözden kaybolarak sıkıcı hayatlarımıza ilerledik. Bana eşlik eden arkadaşıma da teşekkürlerimi iletmeyi bir borç bildiğimi buradan paylaşabilirim.

Yönetmen – Senaryo – Görüntü Yönetmeni: Mark Duplass, Jay Duplass
Oyuncular: Ross Partridge, Steve Zissis, Greta Gerwig, Elise Muller
Yapım: ABD, 2008, Renkli


Puan 100 Üzerinden 53

24 Şubat 2009 Salı

HER ŞEY OLAĞAN
“Juno” Üzerine...

16 yaşında Juno, Bleeked ile birlikte olur ve hamile kalır. Yaşıtlarından farklı olmasına rağmen yine de duygusal kırılganlıkları vardır. Kürtaj yaptırmaya çalışsa da vazgeçer ve çocuğunu doğurup gerçekten güvenebileceği bir aileye evlatlık vermekte karar kılar. Olay çok klasik gibi görünse de anlatım aşamasına geçtiğimizde kültürel farklılıklardan tutun da kültürlerin kendi içlerinde de farklılaşmasına kadar birçok noktada film bize yeni bir şeyler sunuyor. Juno’nun ailesinin kızlarının hamile olduğunu öğrendikleri zaman ve sonrasındaki tepkileri, karnı burnunda liseye devam eden bir kız, hatta bu şekilde 16 yaşındaki bir kızın araba kullanması gibi bir çok ayrıntı ya da önem arz eden unsurlar oldukça ince bir çizgide kullanım başarısı gerektiriyor. Juno’nun samimiyeti de işte bu noktadan besleniyor. Alışık olunan kalıplara karşı sert bir duruşu varken bu sert tepkiyi de arkasına samimi bir mizah fonu alarak kompozite ediyor. Soluk almaya fırsat vermeyerek güçlü bir iç aksiyona sahip olan filmin seyirci açısından bakıldığında da her karakterin haklılık payının olduğuna dair objektif bir bakış açısı yaratmaya yönelik bir yaklaşımı olduğunu da söyleyebiliriz. Herkesin gerçekten bu dünyaya bir nedenden dolayı geldiği doğru. Ve bu nedenleri de o kişilere göre değerlendirdiğimiz zaman herkesin kendince haklı olduğuna karar vermek de zor değil. Jennifer Garner’in oynadığı Vanessa karakteri başlarda izleyene itici gibi gelse de filmin tersyüz eden mizahi anlatım derinliği sayesinde aslında onun da yaşamak için enerjisini başarılı bir şekilde aktarabileceği kuvvetli bir kaynağı olduğunu görebiliyoruz. Tam tersine başlarda hemen ısınıverdiğimiz Mark karakterinin de kendi mutluluğu adına çoğu kişiye göre bencilce gelen tutumu aslında herkesin geçerli nedenlerinin olduğunu daha net bir şekilde bize gösteriyor. Juno’nun bile farkına varamadığı bencilliğinde saklı haklılık payıyla birlikte sosyolojik ve kişisel bağlamda ele alınabilecek birçok davranış kalıbı da iç içe geçiyor. Yaşanılanlara verilen tepkilerin bulunduğumuz coğrafya bazında yani yerel açıdan değerlendirmesini yaptığımız zaman da, kişiye göre değişen bir yabancılaşma hissiyle karşılaşıyoruz. 16 yaşında yaşanılan hamilelik ve sonrasında ailenin tepkileri filmi algılayış boyutlarında da farklılaşmalara yol açıyor. Ama mizahi samimiyet herkesi ortak bir paydada buluşturmayı başarıyor. Abartısız ama aralıksız mizah, aksiyon dozunun da ustaca kurgulanmasıyla amacına ulaşmış.

Seyri kolay ve aldığı orijinal senaryo oscarını hak eden bir yapım Juno. Ayrıca kulaklarınıza da çok iyi gelecek bir müzik ziyafeti yanında hediye.

Görkem (21/02/2009)

Puan 100 Üzerinden 73

Yönetmen: Jason Reitman
Oyuncular: Ellen Page, Michael Cera, Jennifer Garner, Jason Bateman
Senaryo: Diablo Cody
Görüntü Yönetmeni: Eric Steelberg
Müzik: Matt Messina
Yapım: 2007, BD, Renkli

17 Şubat 2009 Salı

The Curious Case of Benjamin Button

Zaman, varlığına soğukkanlı bir gerçeklik kurgusu karışmış kısır döngü gibidir. Yüzyıllar boyunca insanlık tarihinde yaşanan savaşlara inat varlığıyla hep aynı duygulara gebe kalmıştır zaman karmaşası. Karmaşıklaştığı noktada geriye dönüşün imkansızlığından öte akışını da yavaşlatamadığımız cinsten. Benjamin Button’un hikayesi, içine fantastik bir çıkış noktası yerleştirilmiş ama öyküyü gayet doğalmış gibi izleyebilmemizi sağlayan, dramatik unsurları da esirgenmemiş bir yaşam kesiti. Film, dur diyemediğimiz, geriye saramadığımız ya da ötesini önceden göremediğimiz zamana dair bir çıkışsızlık öyküsü anlatıyor.

Aşkın, içinde kuralcı ve gelenekçi görsel bir uyumu barındırmasından ziyade ruhsal bir duyumsama sürecine işaret ettiğinin evrensel kanıtı. Hal Ashby’nin 1971 yapımı “Harold and Maude” filminde seksen yaşındaki Maude ve 20 yaşındaki Harold’un tüm engellere rağmen yaşadıkları sıradışı aşk hikayesi kimileri tarafından fazlasıyla ütopik bulunmuş olabilir. Yönetmenin ifade etmek istediği duygusal saflığın fiziksel görünümden arınmış bağımsızlığı bu sefer David Fincher’in Benjamin’in geriye saran kurgusunda daha dikkat çekici bir görsellikle anlatılıyor. Benjamin ve Daisy’nin masanın altında buluştukları sahnede görünüme karşı verilen sert tepki, aslında insanın doğasında varolan ve yıkmakta zorlandığı tabularına karşı verilen tepkinin yansıması. Oysa hangi yaşta olursak olalım tümüyle özün biçimden önce geldiğini kavrayamamışızdır. Kabul etmek de çoğu zaman imkansıza yakındır. Zamanın bize oynadığı oyun toplumsal hoşgörüsüzlükle birleşince zor bir hayatın panoramik anlatımı ortaya çıkıyor. Benjamin’in seksen yıllık öyküsü gerçekten tuhaf. Ancak tuhaf olan bu fantastik öykü, yaşadığımız gerçekliğe öylesine yedirilmiş ki gittikçe gençleşen Benjamin’i görmek olağandışı bir durumun varlığını da fark etmemize engel oluyor.


 


Biraz da yönetmene yönelik birkaç söylemde bulunursak eğer David Fincher’in kurgusal performansındaki başarısını hissettiğimiz bir sahnenin mevcut olduğunu çok net bir şekilde görebiliriz. Zamanın kendi içinde öyle bir akışı vardır ki herhangi bir parçanın değişimi bütünsel anlamda bir değişimi de kaçınılmaz kılar. Bu mantıktan hareketle tasarlanmış sahneyi gördüğümüzde nihayet “Fight Club” (1999) filminde bizi kendisine hayran bırakan yönetmene dair bir iz bizi selamlıyor. Ama bu iz birkaç sahne dışında yerini dramatik altyapısındaki yoğunlaşmaya ve görsel ihtişama bırakarak silikleşiyor. Bu noktadan hareketle yönetmenin filmografisiyle karşılaştırdığımızda Benjamin’in olağandışı hikayesinin çok fazla orijinal söylemlerinin olduğunu göremiyoruz. Fazlasıyla Hollywood kokusu almamızın, on üç daldaki Oscar adaylığıyla bağlantılı sonuçları olduğu da açık. Tüm bu kıyaslamaları bir kenara bırakarak izlediğimiz filmin David Fincher’in elinden çıkmadığını düşünerek bir tahlilde bulunursak eğer kuşkusuz kendi içinde tutarlılığı olan ve sinemanın görsel gücünü çok iyi kullanan bir filmle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Ama asıl önemsenmesi gereken noktanın da filmin bu kuvvetinden beslenmesinden öte dramatik kurgusuna yoğunlaşılmasının hakkını verip veremediğinde gizli olduğudur şüphesiz. Biz büyürken ya da yaşlanırken çevremizdeki birçok kişinin bizi terk ettiğine tanık oluruz. Benjamin’in içine düştüğü yalnızlık öyküsünün diğer karakterlerle arasında yaşadığı duygusal bağlılıkla ifade edilmeye çalışılması hiç kuşkusuz içsel bir yolculukta anlatımı kaçınılmaz yöntemlerden biri. Çevresindeki insanların ruhsal ve fiziksel yaşı apayrı olan Benjamin’in büyüme sancılarını ifade etmekteki eksikliği, yaşlı adamın kendisine yıldırım çarptığını defalarca anlattığı sahnelerdeki görsel ve düşünsel yabancılaşma hissi üç saate yakın öykünün içinde kaybolan artılar ve eksiler olarak dikkat çekiyor.


Aslında zaman içinde bir yolculuk öyküsüne tanık olduğumuzu da söyleyebiliriz. Yıllar geçtikçe fiziksel geçmişine yolculuk yapan bir adam var karşımızda. Seksen yaşında ana rahmine dönüş yapar Benjamin. İşte bu noktada psikolojik bir gerçeklik ve dönüşümle yüzleşiriz. Zorunlu bir ana rahmine dönüş öyküsü gibi görünse de anlatılan, tamamen çaresiz olduğumuz zamanlarda sığınılan sıcaklık da aslında aynı. Benjamin, fiziksel çaresizliğinde bir dönüşüm kompozisyonu çizerken bizim de en derin suçlarımızı itiraf edebildiğimiz bir sığınaktır ana rahmi. Bu anlatım biçimine David Fincher’dan alışık olmadığımızı yer yer hissediyoruz. Hayatın sonunu betimleyen büyük beyinli ama kısa boylu Benjamin’in öyküsü biraz üstünkörü anlatılmış. Sahneler arasındaki dengenin sağlanmasında yönetmen biraz daha kıvrak davranabilseydi dramatik yapının kuvveti de daha göze çarpıcı olabilirdi. “Forrest Gump(1994”’ın Vietnam Savaşı’na uzanan yaşam mücadelesi ve “The Butterfly Effect(2004)”in zaman kavramının, müdahaleden bağımsız işlerliğini anımsatsa da Benjamin Button, rahatsız edici bir boyuta da taşımıyor bu durumu. Ancak filmin en büyük handikapı dediğim gibi dengeleri tutturamamış olmasında saklı. Anlatılan hayat hikayesinde bazı dönemler fazla uzun, bunun aksine sosyal ayrıntıyı ve Daisy açısından bakıldığında yaşanılan duygusal devinimi yakalayabilmemiz için anlatılması gereken bazı sahnelerin de oldukça kısa sürdüğünü görüyoruz. Ancak film o kadar ağır bir etki yaratıyor ki üzerimizde uzaması gereken ve ayrıntıyı yakalayabilmemize yardımcı olacağını düşündüğüm sahnelerin bile farkına varamaz oluyoruz. Bir nevi film üzerimizde yarattığı ağırlıkla seyirciyi etki altına alma, uyuşturma ve perdeden tamamen koparma arasında gidip geliyor. İşte bu noktada da başarılı görsel sunum bir çok eksikliğin de üzerini kapatıyor.

Görkem (07/02/2009)

Puan: 100 Üzerinden 72

Yönetmen: David Fincher
Senaryo: Eric Roth, Robin Swicord, Francis Scott Key Fitzgerald (Kitap)
Görüntü Yönetmeni: Claudio Miranda
Müzik: Alexandre Desplat
Yapım: 2008, ABD, Renkli

10 Şubat 2009 Salı

SOPHIE’NİN HÜZNÜ
“Sophie’s Choice” Üzerine…

İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan soykırıma dair yapılan filmler yaşanılan trajediyi çok farklı boyutlarda ele almıştır. Fakat her şeyden öte insana dair kaçınılmaz duygusal yaklaşımı barındırırlar. Sinema tarihinin en dokunaklı soykırım öyküsünün “La Vita é Bella (1998)” olmasına şaşırmamalı. Roberto Benigni öyle bir işe imza atmış ki insan denilen ve her duyguyu içinde saklayan canlıyı tamamen çıplak bırakmış. İşte size çaresizliği, savunmasızlığıyla yine de sapasağlam durabilen “insan”. Daha da önceki bir tarihe gidersek soykırım sonrası travmayı, başka hayatların bileşkesinde anlatan Sophie’s Choice karşımıza çıkacaktır. Alan J. Pakula’nın William Styron’un kitabından uyarladığı film, hayattaki son nokta olabilecek derecede ağır bir tercihle baş başa bırakılan Polonyalı bir kadının öyküsünü anlatıyor. Film, tercih ettiği anlatım biçimiyle en baştan büyük bir risk alıyor. Flashbacklerle yalnız bırakılacağımıza o kadar emin olmamıza rağmen daha farklı bir yalnızlıkla karşılaşıyoruz: Sophie’nin gizem dolu geçmişi. İlk yarı savaş sonrası gitgellerle dolu Sophie’yi izliyoruz genç Meryl Streep performansıyla. Bu kadar mı iyi oynar denilebilecek kadar hakkını veren bir oyunculukla üstelik. Meryl Streep bu filmde oynamayı o kadar çok istemiş ki daha senaryonun korsan kopyasını okur okumaz yönetmeni ikna etmeye çalışmış. Başlarda Sophie karakteri için ilk Bond kızı ve 1960’ların seks sembolü olarak görülen Ursula Andress düşünülmüş ama Meryl Streep’in varlığında karar kılınmış. İyi ki de öyle olmuş. Amerika’nın bol oscarlı ve bol Oscar adaylığına sahip oyuncusu bu rol için Polonya aksanıyla İngilizce, Lehçe ve Almanca konuşabilmeyi öğrenerek de yaptığı işin hakkını nasıl verdiğini bize kanıtlıyor.

Filmde yazar Stingo’nun gözünden Brooklyn içinde bir büyüme ve keşfetme sürecine tanık oluyoruz. Nathan ve Sophie’nin sırlarına Stingo ortak olur. Nathan’ın şizofren ruh hali, Sophie’nin ölümden değil Nathan’ın yalnız ölmesinden korkması ve tüm bunlara Stingo’nun anlam verememesi sadece Sophie’nin geçmişine odaklanarak olayları algılayışımızı değiştiriyor. “Normal olma” kavramına dair keskin bir duruş var. Şizofrenlik ya da bize dayatılan tam tersi normalliğin iç içe geçmesi ve paralelinde neyin normal neyin anormal olduğunun anlaşılamaması. Stingo, Sophie’nin geçmişine dair her şeyi öğrenmesine rağmen yine de Nathan’ı seçmesine anlam veremez. Aynı şekilde seyirci de anlam veremiyorken, Sophie’nin geçmişine odaklanarak artık onun için normal kavramının tamamen bulanıklaştığının farkına varamayabilir. Bu üçlü arasında yaşanılanlar yer yer Bertolucci’nin “The Dreamers (2003)” filmini akla getiriyor. Özellikle karakterlerin derin, duygusal keşfedişlerine yönelik çıktıkları yolculuklarının öyküsü niteliğinde. İki filmde de şehir arka plandadır ama fon olarak hangi şehirlerin seçildiği bize açıkça belli edilir. Şehir içinde kayboluş hikayeleridir aynı zamanda. Ama anlatılan her şey Sophie’nin hüzünlü geçmişinden yola çıkarak tahammülü zor hayatta kalma mücadelesinin yan unsurlarıdır. Sophie öyle zor bir tercih yapmıştır ki işte o tercihten sonra hiçbir şeyin, onun canını acıtamayacağını anlarız. Tek seferde çekilen seçim sahnesinin üzerinizde yarattığı ağırlık hiç kuşkusuz günlerce geçmeyecektir. Sophie, hüznün ta kendisidir.




Kimine göre fazla buruk bir film Sophie’nin seçimi. Özellikle son on beş dakika içinde çözüme kavuşan gizem belki de fazlasıyla sert. Ama sertliğin ta kendisi olarak kabul edersek yaşama dürtüsünü, film her şeye rağmen hayatta kalan Sophie’yi anlatma konusunda iddiasız ama şahsına münhasır bir yere oturuyor. (04/02/2009)
Görkem (100 Üzerinden Puan 77)

Yönetmen: Alan J. Pakula
Senaryo: William Styron
Görüntü Yönetmeni: Néstor Almendros
Müzik: Marvin Hamlisch
Oyuncular: Meryl Streep, Kevin Kline, Peter MacNicol, Rita Karin
Yapım: 1982, ABD, Renkli

4 Şubat 2009 Çarşamba

ERİYEN BUZLAR
“Noi Albinoi” Üzerine…

Buzlarla kaplı bir coğrafyada olduğunuzu düşünün. Büyükannenizle yaşamak zorundasınız ve normal insanlar gibi sabahları saati kurarak uyanmak yerine büyükannenizin havaya sıkacağı tüfekle uyanıyorsunuz. Mezar kazarak para kazanmanın yanında oldukça da zekisiniz. –Zeki olmak tüm bunlara katlanmayı zorlaştırabilir.- Uçamayan sinekler, bulunduğunuz iklim kadar soğuk olan fal yorumları ve alkolik bir baba… Yetmediyse tüm bunların üstüne okulda da anlaşılamamayı ekleyin. Anlaşılacağı üzere bulunduğunuz konuma oldukça fazlasınız.



Noi’nin trajedisi uçamayan küçük bir sineğinkinden farksızdır. İkisi de birbirlerine dönüşmüşlerdir. Bakılan fallar bile umutsuzluğa işaret ederken belki Kafkaesk bir bakış bile daha iyimser kalabilir. Filmin karanlık bir mizahi üslupla, çok da ciddiye almadan ama fazlasıyla da etkileyici bir yöntemle yaptığı sistem eleştirisi de okul müdürü ve Noi arasında geçen konuşmada kendisini gösterir. Çoğu zaman anlaşılmak için kendini ifade etmenin ne kadar anlamsız olduğu bu sahnede iyice belirginleşir. Dagur Kari ve Tomas Lemarquis belli ki oyuncu ve yönetmen kimyası son derece uyumlu ikililer arasına girmeye adaylar. Sanki yönetmen sırf Noi’yi anlatmaya çalışmış ve yan karakterler de sadece Noi’nin çıkmazını daha iyi ifade edebilmek için sonradan eklenmiş unsurlar.

Aslında garip bir mizahi durum betimlemesi var Noi Albinoi’nin. Ama koltuğunuza yayılıp o kadar da rahat izleyemiyorsunuz. Buzlar ülkesinde babaannesiyle yaşayan Noi’nin hayalleri hep kaçmak üzerine kurulu. Engeller de çoğu zaman üstesinden gelinebilecek güçte değil. Şehir hayatının sıkıcılığı, kasveti üzerine alternatif bir hiçlik tasviri yapıyor Dagur Kari bize. Aslında tüm o kabına sığamamalar, isyanlar aynı cinsten. Noi’nin kapalı olduğu kutudan, evrensel bir yalnızlık ve bunun ötesinde boşluk hissinin görsel sunumuna tanık oluyoruz. Mekan tasarımı konusunda yönetmeni kutlamak isterdim şayet filmin en önemli beslendiği kaynak doğal görselliği. Çok fazla el değmesine gerek olmayan bir atmosfer kuvvetine sahip.
Karakterler üzerine yoğunlaştığımızda Noi’nin kısmen iyimser bakış açısı yerini “Voksne Mennesker(2005)” de Daniel’in duyarsızlığı ve buna bağlantılı umutsuzluğuna bırakıyor. Dagur Kari, iyimserliğin duyarsızlığa dönüşümünü filmografisinde adım adım işleyen bir yönetmen olarak sosyolojik oluşumların şekillendirilmesine dair özgün bir söylem geliştirmiş. Ama Noi’nin duvarları yıkılamayacak derecede sağlam. Bu noktada da Dagur Kari’nin kendini demlendirdiği apaçık ortada. Zamanı geldiğinde sanki ondan hiç beklemeyeceğimiz bir üslupla “zincirlerin kırılışı” öyküsünü dinleyeceğiz. Michael Haneke’nin “Der Siebente Kontinent (1989)” inde tüm aile fertlerinin yaşamaya özlem duydukları dünya, filmde ara ara gördüğümüz hareketli kumsal fotoğrafı ile bütünleştirilirken; Noi Albinoi’nin son karesinde de Noi’nin baktığı bir kumsal fotoğrafı, her şeyin yok olduğunu hisseden seyirciye aslında umudun özümüzde hep yaşadığını ifade etmeye çalışıyor. Haneke’nin fotoğrafı bize çözümün varlığını ortaya koyarken Kari’nin fotoğrafında kocaman bir boşluk karşımıza dikiliveriyor. Bu ayrımın fotoğraflar arasındaki aksiyon farklılığından da anlaşılabileceği aşikar.


Kıssadan hisse içsel bir yolculuğun Avrupa’nın kuzey mi kuzey bir versiyonu bizi selamlıyor. Noi’nin taşra hayatının çıkışızsızlığına saplanmış kaçış öyküsünde ifadelerdeki donukluğa ve kendine has harmanı olan mizah anlayışına rağmen içimizdeki göçmen ruhu bulabilmek mümkün.

Görkem (Puan: 100 Üzerinden 90)

Yönetmen: Dagur Kari
Senaryo: Dagur Kari
Görüntü Yönetmeni: Rasmus Videbaek
Müzik: Dagur Kari, Orri Jonsson
Oyuncular: Tomas Lemarquis, Throstur Leo Gunnarsson, Elin Hansdóttir, Anna Fridriksdóttir
Yapım: 2003, İzlanda-Almanya-Danimarka

31 Ocak 2009 Cumartesi

KENDİNE YABANCILAŞMAK
"Lost in Translation" Üzerine...
Sıradan yaşamların tekdüzeliklerini, karakterlerin sıkışmışlıklarını fark etmeden sürdürdükleri ilişkilerini anlatan filmler vardır. "The Squid and The Whale (2005)" de tekdüze Amerikan orta sınıf bir aile yapısı mercek altına alınır. Adam entelektüel ama bir o kadar sıkıcıyken kadın ise ilişkinin çarpıklığında ya da olması gereken her neyse vardığımız noktada umursamaz bir görüntü sergilemektedir. Çocuklar ise oradan oraya savrulmaya mahkum olduklarını bize film başlar başlamaz hissettirirler. Mekan bize hiç de uzak değil. Sürekli evlerimizde televizyonu açtığımızda, sinemaya gittiğimizde gördüğümüz bir Hollywood filminde aşina olduğumuz caddeler, evler ve insanlar. İşte bu noktada filmin beslenmeye ihtiyaç duyduğu yabancılaşma hissi bir başka Amerikan bağımsızında hayat buluyor. Daha doğrusu hayat bulmasına imkan verilen bir platformda fazla suya sabuna dokunmadan sorgulanıyor.

 
                           

Lost in Translation, fotoğrafçı eşinin iş seyahati vesilesiyle kendini Tokyo’da bulan bir kadınla ünlü bir reklam yıldızının tarifi zor ilişkilerini beyazperdeye taşıyor. Öncelikle belirtmeliyim ki kendine, çevredeki diğer insanlara yabancılaşma kavramı Japonya’nın klostrofobik atmosferiyle öyle bütünleşmiş ki Sophia Coppola’nın diyaloglardaki kopukluk ve gereksiz laf kalabalığına izin vermeden karakterler üzerinden hikayesini anlatmaya çalışması izleyiciyi yormadan kendinden emin bağımsız bir film çıkarmış ortaya.

Scarlett Johansson’un canlandırdığı Charlotte, filmin başlarında bize eşinin başarısının arkasında gittikçe silikleşmiş, özgürlüğüne aç bir kadının çaresizliği, iletişim özlemi ve sevgisizliği üzerine kurulu bir portrenin tasvirini yapıyor. Gerçi filmin başında neyse sonunda da farklı bir şey yok. Arada bir yerlerde yaşananlar Tokyo’nun Charlotte’nin üzerinde yarattığı etkinin yanında bütünleyici bir unsur. Bob Harris’in tarafından baktığımızda da durum böyle. Filmde benim asıl ilgilendiğim şey ise yabancılaşma kavramının ustaca ve o kadar yalın bir dille – ki dili bile karmaşıklaştırmasındaki basitliğiyle – alakalı.

Sözlerin bile bittiği bir yer vardır. İşte o zaman her şey kendini tekrar eder, sürekli başa döneriz ve bu da insan beynini çok fazla yorar. Reklam çekimleri esnasında Bob’un fotoğrafçı ve fotoğrafçıyla arasında bağlantı kurmaya çalıştığı çevirmenle yaşadığı diyalog karmaşası, bize kültürel farklılaşmadan tutun en basiti insanın kendi ağzından çıkan sözcüklere dahi ne denli uzaklaşabileceğinin kanıtı. Birileri sizi ne kadar iyi tanıyor olursa olsun, ne kadar popüler olursanız olun ifade etme noktasında tıkandığımız zaman gücümüzün de yavaş yavaş çekildiğini hissederiz ki bu sahne de olayın gelmiş olduğu vahim durumun çok basit simgesel bir tasviri sadece. Takip eden sahnelerde de çeviride yaşanan kayıplar mizahi bir üslupla ve Bill Murray’ın kusursuz performansıyla resmedilmiş.

Bob, hayatta bi çok şeye sahiptir. Ama maneviyata dönük tamamlanması, eksikliğinin varlığını kendine itiraf edebilmesi gereken çıkmazları da sahip olduğu maddi imkanların ve şöhret olmanın verdiği avantajların yanında önemli unsurlar olarak kendini gösterir. Maketten yapıldığı izlenimini veren şehrin ortasında, otelde karşılaştıklarında yaşanılan eksiklik ve açlık duyguları da peşi sıra daha da belirginleşecektir. Kadının yalnızlığından ve bir türlü hayatta bir şeylere tutunamayışından kaynaklanan isteksizliğiyle, Bob’un monotonlaşmış yaşamından kurtulup nefes alabilme ihtiyacı; bu iki insanın bir şeyleri paylaşabileceklerini kendilerine itiraf edebilmelerini sağlamada önemli rol üstlenir. Görünen odur ki yakınlaşmaktan başka çare de yoktur. Her şeyin yolunda gitmesi için mutlu bir evlilik ve dokunaklı bir baba oğul ilişkisi de yeterli olamayabilir. Fedakarlık yapılan bi çok şeyden zihinsel olarak arınmanın yanı sıra fiziksel olarak da yalıtılmışlık hissi Bob’un eksik parçaları zamanla tamamlamaya başlamasına yardımcı olur. Filmde Japonlar ve bu iki karakter arasında geçen zoraki iletişim ve çoğu zamanda da mecburi iletişimsizlik öyle bir hal alır ki bir süre sonra Charlotte ve Bob’u aynı karede gördüğümüz zamanlarda da havada asılı kalan bir çok cümleye tanık oluruz. İşte bu noktada da yabancılaşmanın, tamamen anlamadığımız bir dil üzerine temellendirilmesinden öte bir boyutta olduğunu görürüz. Hayata ve bize öğrettiği kurallara, gelenekçi yaklaşımlara dair sorgulamaktan ve bunun sonucunda hissettirdiği hapsolmuşluk hissinden daha fazla nasibini aldığını fark ettirir bize.


Sıkı bir film duruyor karşımızda. A dan Z ye insanoğluna dair hissedilebilecek tüm duyguları filmde yakalamak mümkün. Ama bu duyguların neredeyse tamamının farkında değildir karakterler. Ucu açık soruları bolca soran ama tüm bunları samimi bir dille anlatarak görsel naifliğinden beslenen Lost in Translation, çağımıza dair insan denilen kara kutunun karmaşasını başarılı bir şekilde gözler önüne seren bir yapım.

Görkem (Puan: 100 üzerinden 79)

 Yönetmen: Sofia Coppola
Senaryo: Sofia Coppola
Görüntü Yönetmeni: Lance Acord
Müzik: Brian Reitzell, Kevin Shields
Yapım: 2003, ABD, Renkli


29 Ocak 2009 Perşembe

TEĞET GEÇEN "VİCDAN"
Vicdan Üzerine

Kirli ellerinizle ya da parçalanmış tırnaklarınızla hayata ne kadar tutunabilirsiniz? Ortalama olarak bir cevap vermek zor. Canınız acıyana dek, yüreğiniz elinizde adeta merhamete aç bir şekilde kıvranıp durursunuz.

Erden Kıral, “Bereketli Topraklar Üzerinde”(1979) nin o kendine has doğallığıyla ön plana çıkan anlatımını mekan tasarımı konusunda yine bir o kadar sağlam olan son filmi Vicdan’da da yakalamayı başarıyor. Fabrikada çalışan işçilerin makine sesleri içinde şehir insanına uzak görüntüleriyle açılan filmin en güçlü dayanaklarından biri sanat yönetmenliği. Tasvir edilen karakterlerin üzerinde kullanılan ışıktan, kostümlerden ve gerçekçiliğiyle ön plana çıkan basık mekanlardan son derece doğal bir iklim yaratılmış. Ancak oyuncular açısından çok ince bir çizgide Vicdan. Hazmedilmesi zor karakterler ne kadar iyi oyunculuklarla şekillendirilmeye çalışılsa da senaryonun kendi içindeki kopukluğu yüzünden yanlış anlamların oluşması ve filmin yanlış yönlere kayması engellenememiş. Kıskançlık kriziyle çocukluk arkadaşına sığınan Songül’ün psikolojisini net çizgilerle tanımlamak olanaksız. Kimine göre Mahmut’u kıskandırmak için oynanan oyunun kurbanı olan bir kadın, kimine göre yıllardır sevdiği kadına arkadaşlıktan öte duygusal bir yakınlaşmaya cesaret edememiş bir kadının öyküsü, kimilerine göre ise bu iki tezden de bağımsız olarak sadece huzurun, dört duvar arasına hapsedilmişlikten kurtulmanın isteği var karşımızda. Tüm bu sorulardan ötürü Tülin Özen’in canlandırdığı Songül karakterinin çözümlenmesi zor psikolojik derinlikler içerdiğini düşünüyorum. Eğer bu karmaşa, yanında vasat bir oyunculuğu da beraberinde getirmiş olsaydı filmin zayıf yönlerinde de önemli bir göze çarpma hissedilecekti. Tülin Özen son derece abartısız ve içten oyunculuğuyla yeteri kadar karmaşık olan karakterini en üstün performansıyla canlandırmış.

Nurgül Yeşilçay ise çocukluk arkadaşının eşiyle gizli bir ilişki yaşayan; kasabanın rahat, dikkatleri üzerine çeken, Mahmut’un ise ona sahip olma gururuyla sadece ilişki yaşanabilecek gözüyle baktığı bir kadını canlandırıyor. Aydanur ve Songül’ün yaşamış olduğu ilişkide Aydanur’un açısından bakıldığında içten içe bir vicdan hesaplaşması olduğu düşünülebilir. Ama bu noktada eğer böyle bir hesaplaşma varsa – ki olduğunu zannetmiyorum – senaryo ve kurulan mizansenler oldukça eksik. Aydanur, pişmanlıklardan ziyade arkadaşına gösterdiği ilgi ve şefkatle, Songül’ün eşi üzerinde yaratmak istediği etkinin aynısını, aynı yöntemlerle Mahmut’a karşı yapıyor.



Filmin belli bir noktasından sonra iki kadının, erkekler olmadan da hayatın tadını çıkarabileceklerini, ayakta durmaya cesaretleri olduğunu görüyoruz. Ama olması gereken doğal oyunculuk formatları düğün sahnesiyle birlikte düğümleniyor. Düğüm, bu sahneden sonra çözümlense de nedeni çok da kavranamayan grotesk dans sahnesi filmin ortasına damgasını vuruyor. Aydanur ve Songül bambaşka bir özgürlükte kendi dünyalarını yaratmış olsalar da görsel açıdan kusursuza yakın mekan tasarımlarının içinde iki karakterin dansları oldukça sırıtıyor. Bu noktada yönetmenin daha sonraki vicdan sorgulamasında geriye dönüşlere başvurması için tasarlanmış bir sahneden çok da öteye gidemiyor. Bu kadar basit değilse bile işlevini yerine getirememiş ama seyirciye sarsmaya çalışmış bir sahne olarak göze çarpıyor.

Vicdan’ın en büyük handikapı filmin isminde gizli. Mahmut’un vicdanının sızladığının zorlama birkaç sahneyle anlatılmaya çalışılması, yetersiz bir oyunculukla biraraya gelince Songül karakterinin içine düşmekten kurtulduğu çıkmaza Mahmut düşüyor. Anlatılmak istenen bir şeyler varsa vicdan kavramına dair Erden Kıral teğet geçmiş ve anlatılan öykünün önemsizleşen unsurunu filmin ana teması olarak şekillendirmiş.


Aslında film her an karşılaşılabilecek yaşanmışlıklara ayna tutuyor. Bir erkeğin gözünden evlenilecek kadın ve gönül eğlendirilecek kadın cinsinden kalıplaşmış ayrımlar var. Erkek, ikisinden de vazgeçemez. Mutluluğu arayan kadın da her türlü yaşam biçimine bilinçsizce ayak uydurmaya çalışır. Tıpkı Bereketli Topraklar Üzerinde’de Fatma’nın kendisine mutluluğu vaat edebilecek her erkekle cinsel ilişkiye girebileceği gibi Vicdan’da da Aydanur, inanmadığı bir yaşam biçimine rağmen sevmediği erkekle evlenir. Bunun hata olduğunu da erkek fark eder. Buradan da anlaşılacağı üzere Erden Kıral, yaşadığımız coğrafyanın ataerkil düzeninin oluşumunu kadın üzerinde kurulan hakimiyetten yola çıkarak anlatmaya çalışmış. Ve bu noktada da iyi bir gözlemci olduğunu kanıtlayıp gelenekçi bakış açılarını gelenekçi olmayan bir dille gerçekçi bir yaklaşımla anlatıyor.

Avcı(1997)’da bizi iki öyküden biri arasında seçim yapmaya zorlayan Erden Kıral, bu kez kendi tercihini bize sunuyor. Raşit Çelikezer’in kaleme aldığı Vicdan, yönetmenin bize şimdiye kadar anlatmış olduğu hikayelerin arasında senaryo bazında en zayıf olanı. Ama tüm filmlerinde ortak olan bir özelliği var ki o da hangi oyuncularla çalışacağını çok iyi bilmesinde saklı. Nurgül Yeşilçay’ın iddialı, Tülin Özen’in ise aksine bir o kadar yalın oyunculuğu sayesinde son dönem Türk sineması adına hatırı sayılır bir övgüyü hak ediyor Vicdan.

(19/01/2009)

Görkem (Puan: 100 Üzerinden 55)

Yönetmen: Erden Kıral
Senaryo: Raşit Çelikezer
Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Murat Han, Tülin Özen
Yapım: 2008, Türkiye

26 Ocak 2009 Pazartesi

HANGİMİZ DELİ?

"One Flew Over The Cuckoo's Nest" Üzerine...
Guguk Kuşu


Her şeyin bir nedeni olduğuna inanmak kimi zaman işe yarar. Yaşanmışlıklar ve karşıt fikirlere olan bağlılık başka bir oluşumda hayat bulabilir. Milos Forman’ın Ken Kesey’in kitabından uyarladığı, Türkçeye Guguk Kuşu olarak çevrilen filmine ışık tutabilmek açısından yazarın hayatı oldukça iyi bir referans. “One Flew Over The Cuckoos Nest” in yazarı Ken Kesey, süt fabrikasında çalışmakta olan bir babanın oğluyken burslu olarak Stanford üniversitesinde okuma fırsatını yaratır. 1960 Hippi kuşağının temsilcilerinden olan, üniversite yıllarında para kazanmak için üzerinde lsd ve meskalin gibi uyuşturucu maddelerle ilgili testler yapılmasına izin veren bir kobaydır aynı zamanda. Tabii bir otobüsü boyayıp, içine hippileri doldurarak şehir şehir gezen ve Vietnam yürüyüşlerini organize eden biri olduğunu da es geçmeyelim. Tüm bunlar, filmde anlatılanların yaşanmışlık boyutunu da algılamamıza yardımcı oluyor. Yaşadığı hayata dair uzun uzun söylemleri olan Kesey’in romanı, Milos Forman’ın kamerasında farklı bir şekilde dile geliyor.



Guguk Kuşu, bulunduğu mekana ait olmayan ama her şeye rağmen yaşamaya devam eden bir kuştur. Ken Kesey de yaşadığı mekanlara ait olmayan karakterini McMurphy ile birleştirerek sistemsel eleştirisini ironik bağlamda kaleme alıyor. Milos Forman, cezaevinden kurtulmak için akıl hastası numarası yapan McMurphy’i kariyerine sağlam adımlarla devam edecek olan Jack Nicholson ile perdeye yansıtmış. Aslında tüm karakterlerin temsil ettikleri özellikler var. McMurphy, bazı aksaklıkların farkında olan ve hep birileri için çabalamayı ilke edinen mücadeleci bir ruh. Musluk sahnesinde girdiği iddiayı kaybettikten sonra sarf ettiği “en azından denedim” cümlesiyle de zaten hayata karşı duruşunu kısaca özetlemiş oluyor. Önemli olan her zaman başarılı olmak değildir. Önemli olan yılmamak ve karşıt duruşlara açık olmaktır. Hemşire Ratched ise bizi yöneten, demokrasi kavramının bile aslında bir kandırmacadan ibaret olduğunu fark edemememizi sağlayan en büyük söz sahibi unsur.



Filmin metaforik anlatımındaki evrensellik belki de klasik bir film olabilmesindeki başlıca etken. Akıl hastanesinde başlarda basit görünen bir olay, gittikçe karmaşıklaşan ve kaosu kaçınılmaz kılan olaylar örgüsüne dönüşür. İnsanlık tarihi boyunca hüküm süren esirlik, özgürlük, mücadele gibi kavramlara ışık tutan ve izleyenleri kendi sorumluluklarıyla yüzleştiren bir film Guguk Kuşu. Yönetmen, bu kadar derin bir olayı dört duvar arasına hapsedilmiş akıl hastalarından yola çıkarak anlatırken simgesel yöntemlerin etki alanını da genişletiyor. Hemşirelerin her gün belirli aralıklarla hastalara verdikleri uyuşturucu ilaçlar şüphesiz yazar Kesey’in yaşamış olduğu kobaylık deneyimlerinin psikolojik ve toplumsal dışavurumu. Akıl hastanesinde yaşayanlar seçme şansları olmasına rağmen seçemiyor, kendi tercihleri hakkında fikir sahibi bile olamıyorlar. Çünkü başkaları her zaman onların adına kararlar alıyor. Zamanın hızla ilerlediği, karar vermek için uzun süre düşünmenin bile vakit kaybı olduğu varsayıldığında en kötüsü farkında olup ses çıkarmamak belki de. İşte bu noktada da Şef Bromden karakteri, bizi suskunluğuyla sarsarak izleyici olarak anlatılanları kendi hayatlarımızla paralel bir noktada görmemizi sağlıyor. Ama bunu bizim algılayışımızla doğru orantılı bir şekilde yapıyor. Bromden’in farkındalığını filmin sonuna doğru görmemiz, insanoğlunun tükenme noktasında gözlerinin açıldığına ama yine de kendini susmaya mahkum hissettiğine işaret. Bromden, McMurph’nin bile göremediği bir çok şeyin farkındadır. Deliyi deliye şikayet etmek bir işe yaramaz. Devrim, insanın önce içinde başlayan bir başkalaşma –başkaldırma- sürecidir. Zaten Bromden de bunu fark ettiği için susmanın, boyun eğer gibi görünmenin kendi isyanının bir parçası olarak görür. McMurphy ise acı çeker ve Bromden’e göre en büyük bunalım da onun yaşadığıdır. İşte bu noktada filmin akıl hastanesindeki diğer insanlara karşı göstermelik tedavi çabaları, kendini gerçek bir hastayla baş başa bırakır. McMurphy, tedavi olma noktasına işte şimdi gelmiştir.
1975 yapımı filmin etkileyici anlatımını evrensel söylemine borçlu olmasının yanı sıra sinema tarihinin en sinir bozucu ama oldukça kararlı oyunculuğunu sergileyen Louise Fletcher’ı da unutmamak gerek. Hemşire Ratched ve McMurphy arasında geçen iktidar savaşında birbirinin karşısındaki taraflar arasındaki mücadeleyi Fletcher’ın uyumlu oyunculuğuyla izliyoruz. Danny De Vito, Chiristopher Llyod ve Vincent Schiavelli ise özellikle yüzlerini görmenin mutluluk vesilesi olduğu yan karakterlerden.



Her yönüyle aslında sinemada anarşizmin dozunu ve mütevazılığını sergileyen arşivlik bir film bizi selamlıyor. Aldığı ödülleri de sonuna kadar hak etmesine pek fazla yapılacak bir yorum yok. Peki, her şeyden öte biz neyin farkındayız? Ya da biz de mi susuyoruz? Yoksa yöneten tarafta mıyız? Tüm bu sorular, filmin son sahnesinde daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Milos Forman’ın otuz beş yıl önce Ken Kesey’in kendine dert ettiği toplumsal eleştirilerini anlattığı kitabından yola çıkan hikayesini perdeye taşıması şüphesiz birçoğumuzun sisteme karşı rahatsızlığının olduğunun apaçık göstergesi. Ama 35 yıldır aynı rahatsızlığı yaşıyor ve gelecekte de yaşayacak olmamızdandır ki film hala modern ve sosyolojik bir referans olma özelliğini koruyor.

(25/01/2009)
Görkem (Puan: 100 Üzerinden 85)

Yönetmen: Milos Forman
Senaryo: Bo Goldman, Lawrence Hauben, Ken Kesey(Kitap)
Görüntü Yönetmeni: Haskell Wexler
Müzik: Jack Nitzsche
Oyuncular: Jack Nicholson, Louise Fletcher, William Redfield, Michael Berryman, Peter Brocco, Danny De Vito, Chiristopher Lloyd, Vincent Schiavelli
Yapım: 1975, ABD, 133 dk, Renkli