11 Mart 2014 Salı

Frances Ha


Soyismini posta kutusuna sığdıramayan Frances’i Ha soyismiyle bağrımıza bastığımız filmdir Noah Baumbach ın son mucizesi. Beni beklenmeyen tepkimelerle sinemadan anlamak istediğim veya görmek istediğim tarafa çekebilmeyi başarmıştır. Bazen izlediğiniz bir film size bir şey anlatmak ya da çok derin, az derin bir mesaj vermek zorunda değildir. Olduğu gibi yaşamı sinemanın gücünden, teknik şaheserlerinden ilham alarak perdeye yansıtmak da en derin mevzulardan biri olabilir. Yönetmen bu filminde tamamen karakter odaklı bir kafa yorma sürecine girmiş belli ki. Ama bunu yaparken de işte o çok derine inme yanılgısına kapılmamış, karakterini karikatürize etmeden, yüceltmeden bazen de ezilmiş gibi göstererek onunla kolayca sohbet edebilmemize imkan tanımış. Frances çok basit bir karaktere bürünmüş böylelikle. Tıpkı Bridget Jones gibi hatta. Komik, sıradan, erkeklerin vakit geçirmekten keyif alacağı, hayatı anlık yaşayan… Fakat Bridget a göre takıntıları çok fazla olmayan. Yedek Klübesinde sırasının gelmesini bekleyenlere adanmış bir film aslında Frances Ha. Kendini iyi hissettirenlerden. Greta Gerwig bu role cuk oturmuş ama burdaki en büyük başarı yönetmenin karakter üzerine kurguladığı doğal tepkimeleri nasıl anlatacağını iyi bilmesinde saklı. Mürekkep Balığı ve Balina, Kızkardeşim Evleniyor gibi filmlerinden sonra Noah Baumbach da tıpkı Alexander Payne in Nebraska örneğindeki gibi sinemasını nereye oturtmak istediğini artık çok iyi biliyor kanımca. Bir ara sanki Godard’ın Fransasında sokaklarda geziniyorum hissi yarattı mesela. Godard’da has estetize bir Paris’te anlık olaylar gibi. Yılın bence mütevazı duruşuyla en başarılı filmlerinden biri. Büyük prodüksiyonlara inat Amerikan Bağımsızlarının çok sağlam olduğuna kanıt kendine has stile sahip bir çalışma.

21 Mayıs 2013 Salı

Almodovar Eşiğinde Eski Günlere Dönüş Provası
"Aklımı Oynatacağım" Hakkında...

Almodovar'ın eski günlere dönüş niteliğinde olan ve birazcık da unuttuğumuz gülümseme modunu bize hatırlatmaya çalıştığı son filmi "Aklımı Kaçıracağım" görücüye çıktı. Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar ve Kika ile başladığı bol kahkahalı dönemlerine bir yenisini daha eklemek istemiş belli ki. Ama bu konuda eskiye nazaran ne yazık ki düşük bir performans sergiliyor. Grotesk mizah anlayışı bu filmde fazlasıyla belden aşağı esprilere veya cinsel takıntılara yenik düşmüş. Görsel Çıplaklık yok filmde fakat ifadelerin biraz aşırıya kaçmasının altı doldurulamayınca anlatım çizgisi yoldan çıkmaya başlıyor. Benim icin bu filmdeki en keyif verici noktalardan biri çoğu Almodovar filmindeki oyuncuların biraraya gelmiş olmasıydı. Özellikle Penelope Cruz ve Banderas'lı 5 dk bile Almodovar nostaljisini ortaya koyuyor. Uçak olarak mekan seçimindeki parlak zeka ve yönetmenin bu dar alanı kullanışındaki ustalık da fark ediliyor filmde. Uçak görevlilerinin biraz fazla zorlama karakter çizimleri olmasa, doğal olanın komikliği üzerine biraz daha fazla gidilseydi ve güldürmek için seçilen çıkış noktaları biraz daha farklılaştırılabilseydi Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar dan beri Almodovar cephesinde çekmiş oldugum özlem bir nebze azalabilirdi. Komedinin demek ki daha zor bir iş olduğunu tekrar deneyimlemiş oldum. İçinde Yaşadığım Deri den sonra biraz sert bir tepe taklak olmuş diyeceğim ama filmler arası kulvarlar da oldukça farklı.



Sonuç olarak yer yer eğlenceli,  zaman zaman güldürebilen bir seyirlik var karşınızda. Benim gibi Almodovar' ı da dert etmiyorsanız seversiniz belki.

12 Mayıs 2013 Pazar

Pieta

Biraz tek taraflı düşünürüz ama sonra empati yapıyoruz yapıyorum yapıyorlar mı acaba diye düşünürüz. Kendimizi dinledigimizi zannederiz ama yok öyle de olmaz. Bu filmi anlatmaya hangi kelimeleri seçerek başlayacağımı inanın bilemiyorum. Kimine göre saçmaladım belki ama empati kelimesini kullanarak bi çıkış yolu bulunabilir belki. Ama ben ilk başta o yola da girmeyi tercih etmeyeceğim sanırım. Haneke nin Aşkı hakikaten tüm oyunları nasıl bozduysa Kim Ki Duk da acı çekme intikam ve sevgi üzerine birçok ezberi bozuyor. Belki klişe ama hep dediğim bir şey vardır ne anlattığın değil nasıldır önemli olan. Sonunu belki çok kolay da tahmin ediyor olabilirsiniz ama hikayenin anlatılıs biçimi ve sessizlik içindeki yoğun diyaloglarla gelen çığlıklar sizi gerdikçe geriyor. Kim ki duk ayni zamanda kamerayı kullanış biçiminde de farklılık yaratmış. Karakterlerin nokta vuruşlu hareketlerini adım adım takip etmemizi sağlıyor bu kendini geliştirme tekniği. Velhasıl kelam izleyin...

Yönetmen: Kim Ki Duk


9 Mayıs 2012 Çarşamba

Yaz Bitti...

Seyfi Teoman anısına

Emin Alper’in ilk uzun metrajlı filmi “Tepenin Ardı” galasını 31. İstanbul Film Festivali’nde yaptı. Ardından da Murathan Mungan başkanlığındaki jürinin de beğenisini toplayarak Ulusal Yarışma Altın Lale En İyi Film ödülünün sahibi oldu. Filmi eşimle birlikte festivalde izleyebilme şansı yakaladık. Zira çok iyi oldu çünkü gösterim tarihi en erken Eylül 2012 olarak belirlenmiş. Film, festival boyunca geç başlama – başlayamama gibi aksaklıklara neden olan DCP formatında çekilmiş. Dijital Sinema artık yavaş yavaş 35 mm nin tahtına göz dikmeye başlıyor yani. DCP formatında çekilen filmlere özel de KDM adı verilen ve filmleri 3 – 4 saatlik zaman dilimlerinde gösterebilen şifreler mevcut. Şifre geçerlililik süresinin dolması, bloke olması gibi nedenler de festival izleyicisini hayli zorladı bu yıl. Festivalde Sıkıntılı Hanımlar ve Tepenin Ardı’nı DCP formatında izledim. İkisinde de sorunlar baş gösterdi. Ayrıca Tutsak isimli bilet almış olduğumuz film de yine KDM şifresindeki problemlerden dolayı gösterilemedi. Sinema salonunda bir kadın da bu filmin farklı bir seansta altyazısız gösterilmesiyle alakalı serzenişte bulunuyordu. DCP formatı, KDM şifresi, dijital dünyaya girişteki inceliklere çok fazla kafa yormamamdan dolayı ben de bu kitlede yer aldım. Ekstra parantez belirtmeliyim ki Michael isimli filme dair makine odasında yaşanan aksilik de ayrı bir durumdu. Toplam 13 film izledik ve 4 film ciddi sorunlarla başladı ya da başlayamadı.

Festivalin bu yılki en büyük stresi ve izleyicileri en çok yoran bu teknolojik uyumsuzluğundan bahsettikten sonra dijital formatta izlediğim Sıkıntılı Hanımlardan biraz bahsetmek istiyorum. Sıkıntılı Hanımlar çerezlik diye nitelendireceğimiz bir ABD yapımı. Filmin kendisini açıkçası eleştiriye pek değer bulmadığımdan ötürü sadece dijital formatın benim üzerimde yarattığı etkiye değinmek istiyorum. Öncelikle tv de bir dizi ya da sinema izliyormuşum hissi uyandırdığını söyleyebilirim. Görüntü evet oldukça netti ama bu film boyunca samimiyet hissi biraz az geldi bana. Gelelim yazımın asıl konu başlığına da sahip olan ve bu yıl Altın Lale’ye de uzanan Tepenin Ardı filmine. DCP format bu sefer benim algımda biraz daha yumuşamayı başardı diyebilirim. Belki çok daha kayda değer bir filmde ve bağımsız bir yapımda kullanıldığı için olacak ki, gerçeklik duygusunu pekiştiren bir anlatım hissiyatı yarattı.

Teknik yenilikleri biraz kenara itip Tepenin Ardı’nda neyin olduğuna ya da olmadığına odaklanalım biraz. Her şeyden öte ne kadar olumsuz eleştirebileceğim taraflar olabilse de bir ilk film olduğu aklıma geldiğinde başarılı diyebileceğimiz bir yapım var karşımızda. Tepenin Ardı ilk yarıya kadar vermek istediği mesaja dalış yapmıyor. 45 dk kadar bir süre ıssız bir köyde bir baba, oğulları ve torunlarıyla geçirdikleri birkaç güne odaklanıyoruz. Her an düşman gelip hayatlarına tecavüz edebilecekmiş gibi yerler, içerler, uyurlar. Yarıdan sonra her karakter birer birer çoğalmaya başlıyor. Nefes aldığımız topraklarda birlikte yaşadığımız insanlara dönüşüyor. Sadece bu kadar da değil tüm dünyaya hükmediyor ve de. Film eğer kısır bir anlatım örgüsünde devam edip evrensel niteliğe uzanamasaydı oldukça vasat bir yapım olarak kalacaktı. Ama hiçbir şeyin altını ne eksik ne de fazla çizmesindeki ince işçiliğiyle anlamını naifliğine saklıyor. Ama kişisel olarak çok da fazla bana hitap edemeyen daha doğrusu bana göre biraz sığ bir işleyişe sahip olan bir filmdi diyebilirim.

Ve gelelim Seyfi Teoman’a. Bu yazıyı bitirmek üzere olduğum gün aramızdan ayrıldı. Festival’de Tepenin Ardı’nı izlemeden önce çıkan teknik aksilikleri telafi etmek için bizi oyaladı, muhabbet ettik. Dijital sinemadan, aldıkları ödüllerden, gelecek projelerinden bahsetti. Sorulara cevaplar bulmaya çalıştı. Bu güzel muhabbetin ertesi günü Seyfi Teoman motosiklet kazası geçirdi. 3 haftalık uzun bir bekleyişle umut dolu anlar yaşamaya başlamıştık ki kendisini bugün kaybettik. Tatil kitabının son sayfasına geldik sanırım. Çözümünü bulamadığımız sorularla, yanlışlarla… Kaybolmuş bir zaman diliminin kaybolmuş bir şarkısının o kaybolmuş satırındaki gibi telaşlı, ürkek, utangaç ve heyecanlı…

Güneş doğdu, yağmur çiseledi, çocuklar sokaklarda koşup durdu...Ama şimdi yaz bitti… Hadi herkes okula... Yeni umutlarla...


11 Nisan 2012 Çarşamba

A l p l e r : Bir Senaryo Dersi...

          29. İstanbul Film Festivalinde Köpek Dişi’yle tanımıştık Yorgos Lanthimos’u. 2 yıllık bir aradan sonra festivale Alpler filmiyle bu sefer konuk olarak da katılmış oldu. Köpek Dişiyle bizi koltuklarımıza bir süre çivileyen yönetmenin bu filmini de izledikten sonra artık hiç tereddütsüz bir Lanthimos sinemasından bahsetmek mümkün. Bambaşka açılardan farklı okumalara olanak tanıyan anlatım biçimiyle tüm kalıpları alaşağı etmeyi başarıyor yönetmen.

             

          Köpek Dişi çok ciddi bir proje olarak önümüze sunulmuştu. Hem görsel hem de işitsel hafızamıza  sert bir üslupla sinyaller yolluyordu. Ekstra diyalog kurgusundaki çarpık ilerleyiş onun sinemasına has bir üslup doğurmuştu. Ancak böylesine iddalı bir yapımın ardından bizi neyin beklediği de çok ciddi bir sorundu belki de. Ve bu yıl Alpler tüm heybetiyle karşımıza dikilmiş oldu. Hiç şüphesiz bu film, Köpek Dişi’nden bağımsız olarak değerlendirilebilecek bir yapım değil. Bir devam filmi ya da ikileme, üçleme tarzı bir serinin parçası da değil ama Lanthimos sinemasını anlayabilmek açısından peşpeşe değerlendirilmesi elzem yapımlar. Köpek Dişi özgürlüğün bile ne olduğunu bilemediğimiz bir dünyayı tasvir ederken Alpler özgür kaldığımızda sınırlarımızın çok daha daraldığını gösteriyor. Aslında özgürlük kavramının bu filmlerin içinde nasıl konumlandığına bakmadan önce Alpler’in derdinden ve çoğu sinema izleyicisinin hazmedemeyişinin temel noktalarından bahsetmek gerek. Alpler, konuyu anlatmaya başladıktan sonra detayları tamamen silerek, birçok noktayı da atlayarak hikayesindeki belirsizlikleri kuvvetlendiriyor. Bu yüzden belki de birçok kişiye göre özellikle ilk 45 dk sı tahammül edilmesi zor bir filme dönüşüyor. Filmin dinamosunu oluşturan bu bölüm izleyicinin beynindeki boşlukları tamamladığı sürece anlam kazanıyor ve geri kalan bölümünde ne anlatılmak istendiğine de yorum getirebilme şansı sunuyor. İlk 45 dk nın zorluğu bence yönetmen Lanthimos’un da rahatlığından kaynaklanıyor. Öyle bir film var ki karşımızda senaryo iki aşamalı olarak yazılmalı diye düşündürten bir öyküde tek katmanlı bir akış görüyoruz. Filmin diyalog kurgusu başından sonuna kadar tek bir çizgide akıyor. İzleyiciyi rahatsız eden, hiçbir şey algılayamamaya yönelten ya da anlamsız bir bütünmüş hissi verdirten de bu seyir. Gerçeğin ve oyunun sınırlarının çizilmediği Alpler dümdüz diyalog seyriyle seyirciyi ters köşeye yatırıyor yani. Lanthimos’un rahatlığı da tam bu noktada devreye giriyor. Köpek Dişi’ne göre kendini çok daha fazla rahat bırakmış yönetmen. Seyirci üzerinde yaratmak istediği sarsıntıyı Köpek Dişi’ne göre görsel yoğunlukta kullanmaktan ziyade düşünsel bir darbeyle indiriyor kafamıza. Maksimum görsel uç noktanın hemşire karakterinin beceriklilik ve güvenilirlik testine tabi tutulduğu sahnede yaşandığını görüyoruz. İşte iki film arasındaki bu net ayrım da seyirciyi ikiye bölebilecek cinsten. Aynı şeyi yaşamayı umut edenlere “alın size Alpler biraz daha fazla düşünün” diyor yönetmen. Lanthimos iki filminde de önce net bir açıklama getiriyor. Köpek Dişi’nde filmin isminin neden Köpek Dişi olduğu gibi Alpler’de de 4 kişilik bir ekipten oluşan grubun adının neden Alpler olduğu anlatılıyor. Ama iki filmin ismi de tamamen sembolik. Köpek Dişi yerine azı dişi de olabilecekken Alpler yerine Himalayalar da uydurulabilirdi. Bu da ne görmeyi hayal ediyorsak asla emin olmamamız gerektiğini bize gösteriyor.


          Ben senaryonun mucizevi tekdüzeliğinden biraz daha bahsetmek istiyorum. Ama buradaki tekdüzelik kavramının olumsuz bir eleştiri görmesinden öte aksine şaşırtıcı ve risk içeren bir teknik olduğunu hatırlatmakta fayda var. Filmin yarısından sonra hemşirenin annesiyle babasının arasında geçen diyalog bir sonraki sahnelerden birinde hemşire ve babası arasında da tekrarlandı. Tekrarlayan diyalog akışı aslında öğrenilen şeyleri yaşadığımızı vurgulamış olmasıyla alakalıydı. İşte şimdi özgürlük kavramına dönüş yapmamızın sırası geldi. Köpek Dişi’nde evin kızının köpek dişini kendi iradesiyle düşürmesinden sonra dış dünyaya çıkışı serbestleşiyordu. Alpler’de ise tamamen özgür bırakılmış bir hemşire karakteri var. Ama bu özgürlük onu başkalarının ölümüne sevinebilecek, bunu ticari bir metaya dönüştürebilecek bir karaktere büründürüyor. Hepsinden öte aileye sırt çevirecek özgürlüğü bile varken bağımlılığı tercih ediyor serbest kalan birey. Özgür olabilmek bunu doyasıya yaşayabilmek de çözüm olamıyor. Kieslowski’nin Renk Üçlemesi’nin ilk bacağı Mavi’deki başrol karakterimiz sinema tarihi boyunca bu konuya en etkili parmak basan karakter olmuştur. Yer yer bana Kieslowski’nin özgürleşebilme umutsuzluğunu da hatırlatan Alpler özgürlük, bir yere ait olabilme ve kendini ispat döngüsünde deliliğe doğru seyreden bir yapım. Bireyden yola çıkıp sosyal yozlaşma sorunsalına uzanan anlatım örgüsünde insan denilen şey aslında sadece hareket eden bir canlı, yaratık, belki de bir nesne olarak tanımlanıyor. Zincirleri kırmaya başladığımız an, deliliğe seyrettiğimiz ana tekabül ediyor. O kadar ağır ki bu sorunsalı perdeye yansıtmak. Böylesi karmaşık bir içeriği çok katmanlı bir senaryo kurgusuyla perdeye yansıtmak da çok büyük bir hata olurdu. Lanthimos neyse ki böylesi bir çıkmaza düşmüyor ve öyküyü bulanıklaştırmadan, detaylara inmeden anlatmayı tercih ediyor.
            Alpler eğer sizi içine çekebilirse tüylerinizi diken diken edebilecek bir film. Bir kimlik arayışının öyküsü. Ölüm duygusunun sıradanlaşması, insanların umutsuzluğunun bambaşka çözümlere ihtiyaç doğurmasının tasviri. Lanthimos bu ikinci filminde çok daha rahatlamış gözüküyor. İlk filme nazaran somut anlatımlar, görsel sarsıcı etki yaratacak sekanslar kullanmaktan ziyade düşünsel hafızamıza göndermeler yapıyor. Hemşire karakterinin amaçsızlığa doğru yöneldiği hareketleri, seyirci olarak bizleri de bir hayli rahatsız ediyor. Daha bir yakınımızdaymış hissini de beraberinde getiriyor. Film, başından sonuna kadar izlenmesi çok zor bir anlatım örgüsüne sahip. Sosyolojik bağlamda konuyu kavrayabilme yetisini zorunlu kılıyor. Ya da sıkı bir sinefil olmayı belki de. İzleyin ve görün. Karar sizin.

Yönetmen: Yorgos Lanthimos  

Oyuncular: Aggeliki Papoulia, Aris Servetalis, Johnny Vekris
Yapım: Yunanistan / 2011

15 Temmuz 2011 Cuma

Köprüden Önce Son Çıkış: "Çoğunluk" Üzerine...

Aynı olma dürtüsüyle koşullanmış hayatlar, varlık içinde kapkara yaşantılar, kimliğine sahip çıkamama ve çıkmak zorunda olduğunun da bilincinde olamama durumu. Çoğunluk, çoğunlukla karar vermeye itildiğimiz tercihler üzerine son dönem Türk sinemasından çıkmış modern bir toplum tasviri. Özellikle yaşadığımız coğrafyaya has unsurlar içerdiğini söyleyemem. Bu tarz bir eleştiri filmin başarıyla kotarmış olduğu evrensel dili hiçe saymakla eşdeğer olur. Kozmopolit bir şehirdeki lokal siyasi, maddi ve ahlaki bölünmeler üzerine bir varoluş öyküsü demek daha doğru olur. Anlatılan varoluş da ilerleyen zamanla birlikte paralel bir şekilde zihnimize kazınan yok oluşa göndermeler içeriyor. Çarpık sınıflaşmalar bir ailenin içine giren kamera görüntüleriyle bize gösteriliyor.



Eğitimin önemi vurgulanıyor eğitimsiz kalmış insanlar üzerinden. Anne karakteri ben nasıl sizin bu kadar duygusuzlaşmanıza izin verdim şeklinde serzenişte bulunurken aslında olayın çok başına gitmemiz gerektiğini vurguluyor. Mertkan, daha askerlik çağında oldukça genç, yönlendirilmeye, güçlü olduğunun hissettirilmesine, kendi kararlarının olmasının ne derece önemli olduğunun ona gösterilmesine ihtiyacı olan bir karakter. Daha doğrusu karakterleştirilmeye oldukça müsait bir tip. Ama anne bir yandan kocasının ve oğlunun duygusuzlaşmasından yakınırken diğer bir sahnede de kendi kararlarını irdelemeye çalışan oğluna babasının verdiği kararın her zaman daha doğru olacağını söyler. İşte bu noktada da ailede çok önemli bir misyonu olan anne prototipi oğlunun çelişkilerinden çoğunluğa ayak uydurmaya çalışan kimliksiz bir bireye davetiye çıkarır. Babadan çok fazla bahsedemem. Baba, oğlunun hatalarına nasıl tepkiler vermesi gerektiğinden yoksun bir karakterdir. Ataerkil toplumun dayatmış olduğu her şeyi oğlu üzerinde uygular. Mertkan babasıyla zayıflamak için yürüyüşe, saunaya gider. Ama ardından yüksek kalorili yiyecekleri sanki bir savaş halindeymiş gibi tüketir. Aslında ne istediğini çok iyi biliyordur fakat kendi içine gömüldüğü ruh hali onu bağırmaktan, isyan etmekten alıkoyar. Böylelikle başkalarının hayatı onun da içine sığmaya çalıştığı bir kalıba dönüşür. Bize içinde bulunduğumuz toplumun dayattığı sorular gelir peşi sıra. Mertkan’ın kendine dert edinmediği bir askerliğe gitme mevzusu gündemdedir sürekli. Zamanla Mertkan da bunun bir sorun olup olamayacağı çelişkisine düşmüş olarak bulur kendini. Bazı tersliklerin farkındadır ama bir türlü anlamlandıramaz ve adını koyamaz. Eline silah alıp düşmanla yüz yüze gelebilmesi ne derece önemlidir? Bunların tamamen manasız olduğunu fark edemeyecek kadar uzaktır bulunduğu ortama. Aile ve onun yarattığı dış faktörler bireysel olarak karar verebilme yetimize, isyan duygumuza her şeyin başında engeller koyar ve ben duygusunun gittikçe önemini yitirmesine neden olur. Mertkan da git gide kendisini mahkum olduğu çıkmazın içinde bulur ama bunun nasıl bir mahkumiyet olduğunun da farkına varamaz.



Çoğunluğun çok da suya sabuna dokunmadan siyasi bir kargaşa yaratmak gibi bir derdi de yok. Bu çıkmaza girmeye gayet meyilli senaryo, sonrasında bu konuyla ilgili kendine duvarlar örüyor. Kürt kızı Gül ile şehirli apolitik Mertkan'ın aşkına dönüşmesine izin vermiyor. Boyundan büyük işlere kalkışmayan Seren Yüce ilk filmiyle ırkçılığı daha da bir bizimle, düşüncelerimizle, davranışlarımızla, hissettiklerimizle örtüştürüyor. Söze ve net davranış kalıplarına yer vermeye de gerek kalmıyor böylelikle. Sadeleştirilmiş anlatım dili aslında daha da sertleşiyor.

Çoğunlukta kalanın azınlıktan farkının olmadığı sonucuna vardırmayı başarmış diyebiliriz yönetmen için. Filme bakışını derinleştiren seyirci bu sonuca kolaylıkla ulaşabilir. Sorunun öteki olmakta saklı olduğu üzerine her sahnede taşları yerine oturtan diyaloglar mevcut. Mertkan'ın işçilere tavrı, babanın oğlunun kız arkadaşı hakkında söyledikleri, taksi şoförüne karşı babanın tavrı, hizmetçi kadının ölümü üzerine gelişen sahnedeki kısa ama bir o kadar uzun olan bekleyiş. Tüm bunlar kendimize çizdiğimiz çemberin dışında olan bitene kayıtsızlaşmamızın birer göstergesi. Hatta kayıtsızlık o kadar içselleşmiş ki artık ailemiz bile o çemberin dışında kalmış. Kendi çemberi içinde benliğini yitirmiş insanlardan oluşan bizin öyküsü bu işte.



Bartu Küçükçağlayan beklenenin üzerinde bir performans sergiliyor. Film, neresinden tutarsak tutalım öncelikli olarak Mertkan karakteri üzerinde okunması gereken bir portre çiziyor. Aslında Mertkan da herkesi anlatıyor. Bartu Küçükçağlayan son dönemlerde Büyük Ev Ablukada isimli alternatif müzik dinleyicilerine hitap eden bir grubun da solisti. Müzisyenliği için yorum yapmak şimdilik bizim harcımız değil ama oyunculuk konusunda doğru adımlar atmanın peşinde. Esme Madra, Nihal Koldaş da yalın oyunculuklarıyla dikkat çekiyorlar. Settar Tanrıöğen'e de pek laf edemem. Seviyoruz bu adamı ve artık iyiden iyiye kabullendik. Tüm bunları biraraya getirme başarısıyla bir ilk film öncüsü olan Seren Yüce'yi de açıkçası şimdilik tebrik etmek istemiyorum. İkinci filmini sabırsızlıkla bekliyorum. Tıpkı Özcan Alper'in yutkunma problemi yaşamamıza neden olduğu "Sonbahar" mucizesinin ardından hissettiğim gibi.

Çoğunluk, izlenmesi kolay ama hazmedilmesi zor bir film. Ne anladığına ve sana ne hissettirdiğine göre bu iki kavramın yeri de değişebilir tabiiki. Köprüye girmeden önceki çıkışı yakalamamızı bize salık veren film, araya mesafeler koymayalım diyor çoğunluğun sert üslubuyla. Köprüler geçilmek içindir... Köprüler yıkılmak içindir... Köprüler yeni ufuklara adım atmak içindir...

Köprüler farkında olanların yoludur...

Yönetmen: Seren Yüce
Oyuncular: Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen, Esme Madra, Nihal Koldaş
Senaryo: Seren Yüce
Yapım: 2010, Renkli, Türkiye

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Çiçekli Bahçe: Amador


Amador’un yönetmen, senarist ve yapımcısı Fernando Leon De Aranoa. Olay örgüsünün merkezinde de Marcela karakteri var. Çağımıza ait evrenselleşmiş çelişkilerin ve yaşam koşullarının bize dayatmış olduğu davranış proptotipleri Marcela’yı filmin merkezine yerleştiriyor. Kadın gözüyle bakmanın önemini de belli açılardan vurgulamayı başarıyor. Ama kör gözün parmağına olmaktan ziyade Marcela’yı kendi içimizde içselleştirebilmemize yönelerek. Kadın olarak hamilelik ve özgürlük kavramlarıyla bütünleşiyor anlatım örgüsü. Filmin başında Marcela her şeyi bırakıp gitmeye yeltenir ama hamile olduğunu öğrenmesi, alacağı tüm kararları engellemesine neden olur. Geçmişi ve geleceği arasına sıkışır ve zoraki bir karar verir. Maddiyata dönük yaşama biçiminin insanoğluna dayattığı davranış kalıplarını da irdeliyor film. Para kazanma tutkusundan öte parayı yaşamak için kazanma çabasına dönüşüyor. Fazlasına ihtiyacımız olmadığını ama ihtiyacımız olana bile ulaşmanın kolay olmadığını vurguluyor. Anne olmak ve özgürleşebilme sorunsalına tekrar dönecek olursak bunun da bireysel olarak atacağımız kararlarla paralel ilerlediğini görüyoruz. Sonuç olarak da hamilelikten ziyade en önemli noktanın kararlarımızın arkasından ne kadar cesur bir şekilde gidebildiğimiz şeklinde nihai bir sonuca ulaşıyoruz.

                      

Filmin açılış sekansından kapanışına kadar oldukça dingin bir anlatımla karşı karşıyayız. Görüntü yönetmenliği, kurgu ve özellikle de oyunculuk su gibi akıyor. Ve çiçeklerden bahsetmeden olmaz. Filmin çoğu sahnesine çiçekler hakim. Ama doğal kokularından ziyade yapay olarak tatlandırılmaya çalışılmış çiçekler. Marcela ise çiçeklerin ortasında yapayalnız ve herkesin onu anlamasından çok uzak bir basitlikte yaşıyor. Doğmamış çocuğunun ultrasondaki halini görünce doktora kendisine benzeyip benzemediğini soruyor. Çiçekler nasıl narinse ve çok çabuk solup giderse Marcela da işte böyle. Onun kaderini çiçekler anlatıyor diyebiliriz. Amador aynı zamanda parçaları birleştirme ya da bütünü tamamen bozma üzerinden de okunabilecek bir film. Marcela’nın Amadorla konuşmaları esnasında Amador’a neden sürekli puzzle yaptığını sorar. Ona göre yapılmışı vardır ve onu yapmak için zaman harcamak boşunadır. Oysa Amador hayatın da bir puzzle dan ibaret olduğunu; doğumdan ölüme kadar geçen zamanda sürekli parçaları birleştirmekle uğraştığımızı söyler.
Filmin başrolünde “Acı Süt” ve "Madeinusa" da de oynayan Perulu aktris Magaly Solier var. Amador biraz kıyıda kalmış bir film de diyebiliriz. 30. İstanbul Film Festivali’nin “Dünya Festivallerinden” kuşağında gösterildi. Gerçi ilgi tam yerindeydi. Bu yıl festivalin festivale en yakışan yerinde durmayı başardı.


Yönetmen: Fernando Leon De Aranoa
Senaryo: Fernando Leon De Aranoa
Oyuncular: Magaly Solier, Celso Bugallo, Pietro Sibille
Yapım: 2010, Renkli, İspanya

22 Şubat 2011 Salı

Black Swan: Aronofsky Usulü Kuğu Gölü Balesi

Darren Aronofsky, Requiem For a Dream'den beri farklı arayışlar içerisinde olan bir yönetmen. Bilinen üslupları bozarak kendine has yeni söylemler geliştirmeye çalışıyor. Fantastik sanılan ama aslında tamamen psikolojik temelli olan birçok gönderme yapıyor filmlerinde. Yönetmenin bizlere son hediyesi de: Black Swan. Üzerine bambaşka şekillerde tekrar tekrar düşünülebilecek bir film. Psikolojik okumalarının yanı sıra sosyolojik çıkarımları da olan; içinde vahşi bir aşkı da barındıran cinsten.



Film, Kuğu Gölü balesinin sahnelenme sürecinde hem beyaz hem de siyah kuğuyu sahnede canlandırması gereken Nina karakterine yoğunlaşıyor. Başlarda sadece bir hırs oyunu gibi gözüken süreç Nina'nın paranoyasına dönüşüyor. Aronofsky filmde yer yer gerçeği ve gerçeğe yakın görüntüleri biraraya getiriyor. Bunda da oldukça başarılı ki izleyicinin de aklı karışıyor. Paronayaklık, delilik ve tutku arasında gidip gelmeye varıyor her şey. "Reguiem for a Dream" de ve "Wrestler" da gördüğümüz bağımlılık temalı anlatım biçimi Black Swan'da Nina karakteriyle daha da ön plana çıkıyor. Siyahın ve beyazın net bir şekilde ayrımını koymanın derdinde ilerleyen film kişinin kendini keşfedebilme buhranına mahkum oluyor. Aronofsky bu sancılı süreci artık fiziksel olarak da hissedebilmenin altını çiziyor. İçimizde varolan ama farkına varamadığımız özgür duygular bedenimizi delik deşik ederek ortaya çıkıyor. Aslında tıbbi bir vaka da söz konusu filmde. Paranoyaklık sınırında gezinen bir insanın kafasında kurduğu bir dünya var. Diğer insanların kendilerine zarar vermeye çalıştığını düşünüyor. Bu düşünce önce beynini kemiriyor, buna dayanamayan Nina da vücuduna zarar vermeye başlıyor. Tüm bunlar çevreyle olan çeşitli uyum sorunlarından da kaynaklanıyor aslında.



Yönetmenin diğer filmlerinde de es geçilemeyecek aile unsuru bu filmde de yoğun bir etki unsuru. Nina, mükemmele yaklaşmaya çalışan bir insandır. Disiplinli olarak çalışır, sevgi dolu bir annesi vardır, hala masumiyetinin gölgesinde büyütür umutlarını. Ama Nina'yı acıtan bi şeyler vardır. İşte aile unsuru tam da bu noktada altının deşilmesi gerektiği bir yerde karşımıza çıkıyor. Mükemmelliyetçi anne kızını da kendi gibi yetiştirirken onun bazı şeyleri daha da abartmasından rahatsız oluyor. Oysa ki her şeyi yine o yaratmıştı. Ve şimdi önüne geçemeyeceği bir boyuta geliyor. Masumiyetin cinsel hazlara, farklılıklara kapalı olmakla bağdaştırıldığı bir dünyada Nina'nın hemcinslerine duyabileceği ilgi sadece acı çekmesine neden oluyor. Bale öğretmeninin kendisini keşfetmesi için uyguladığı yöntem; Nina'nın bastırdığı cinselliğini, şiddetini, yalan ve gerçek arasında yaşadığı bocalamayı daha da belirginleştiriyor. Sonunda da engel olamadığı şiddeti vücuduna saplanıyor.



Filmin çok derinlerde bahse konu ettiğim cinsel kimliksizlik sorunsalı üzerinden anlatmaya çalıştığı bir süreç de var. Hayvansal dürtülerin içimizdeki dikenleri dışa taşıma konusunda bilinen en etkin yöntem olduğuna değiniliyor. Aile tarafından altan alta bastırılmış cinselliğin ne istediğine karar veremeyen ve farklı bağımlılıkları yücelterek kendine hedefler koymuş bir nesle zemin hazırladığına dikkat çekiyor. Mükemmeliyetçi ebeveynler farkında olmadan çocuklarının zihinlerine binbir türlü psikolojik travmayı kodluyorlar. Filmin bu şekilde okumasına zemin hazırlayan en büyük etkenlerin başında da yönetmenin diğer filmlerindeki açılımlar olduğunu es geçmemek gerekir.


Uzun zamandan sonra Vinona Ryder ı da görmek güzeldi filmde. Beettle Juice filminin asi kızı şimdi zaman denilen hain düşmana yenik düşüyor. İşte tam da bu noktada vefasızlık üzerine bir takım demeçler de var. Vinona Ryder'ın oynadığı karakter Nina'nın karşısında ayna görevi üstleniyor. Yıllar sonra mahkum olma olasılığıyla yüzyüze olduğu terk edilme korkusuyla başbaşa kalıyor. Bir diğer söyleyişle de sonsuz mutluluk yoktur diye de algılanabilir. Hepsinden öte belki o da Nina'nın yaşadıklarına benzer bir ruh haline sahiptir. Keza günah çıkarmak için hastaneye gittiğinde kendi günahıyla yüzleşiyor. Soğuk olan mezenin de sadece intikam olmadığını anlıyoruz bu sahnede.

Biraz da filmin görsel gücüne değinmek istiyorum. Öncelikle Çaykovski'nin etkileyici tınısı işitsel boyutta algımıza direkt işliyor. Billy Elliot'dan beri bu melodiyi bir filmin içinde genel olarak bu kadar senkronize bir şekilde duyumsamamıştım. Öte yandan öyle bir açılış sekansına sahip ki film geri kalan sahnelerde de aslında neyle karşılaşacağımıza dair çok net ipuçları veriyor. Hırçın bir dans sahnesi bu. Rüya olduğunu tahmin etmek de zor olmuyor. Sürpriz yapmıyor Aronofsky bize çünkü derdi de hiçbir zaman bu olmamıştı. Film, Nina'nın bilinçaltını en saf haliyle yansıtan bu dans sahnesiyle açılıyor. Ve film boyunca dans ve dövüş birarada ilerliyor. Tutkuyla bir işe sarılmanın hastalık boyutunda tüm bünyemizi nasıl sarmaladığını, başka bir şeyi düşünmenin nasıl imkansızlaştığını ve tüm bunların da bize nasıl bir bağımlılık yüklediğini Nina'nın vücudunda fark edebiliyoruz. Takdire şayan oyunculuğuyla kesinlikle Natalie Portman'sız düşünülemeyecek bir filme imza atmış Aronofsky. Öyle ki film, çok ciddi bir çalışma sürecinde bu hale kavuşmuş olsa gerek. Eni konu bale yapmayı öğrenmiş ve içindeki gerçek siyah kuğuyu da ortaya çıkartmış genç oyuncu. Aronofsky cephesinden baktığımız zaman ise tamamen Natalie Portman düşünülerek yazılmış bir senaryo izlenimi veriyor. Bu yıl oscar ödüllerinde banko olarak ismi geçen Portman kuşkusuz heykele de uzanacak. Uzanması da gerekiyor.

Kuşkusuz birçok ödüle uzanacak olan Black Swan bana izlemiş olduğum birçok filmi de hatırlatan ama kendine has yolu olan bir film. Örneğin Mullholland Drive filminde yaşanan paronaya sorunu, hayalle gerçeğin içiçe geçmesi ve kaçınılmaz sonu itibariyle aklıma takılan bir çağrışım yaptı. Ayrıca Alan Parker'ın 1984 yapımı Birdy isimli filminden de bahsetmek istiyorum. Birdy' de Vietnam savaşına katılmış ve kendini kuş zanneden, uçabildiğini düşünen bir adamın öyküsü anlatılıyordu. Film, savaş psikolojisi adına başarılı bir çözümleme oluşturmuştu. Özgürlüğünü, savaşın yıkıcı psikolojisi sayesinde bulan bir adamın bunu delilikle keşfedişinin öyküsü. Bu filmde sosyolojik bir etki vardı karakterin yaşadıklarının üzerinde. Black Swan ise tamamen psikolojik yansıması daha fazla olan bir film. Ayrıca Kosmos'da da deliliğin bireyi ne derece özgür kıldığını düşünmüştüm. Bu düşünce uçmak eylemini bile gerçekmiş gibi algılamaya yardımcı olmuştu. Nina ise delirmekten öte bir paronayanın içinde. Uçabilmesi için bir şeyleri öldürmesi gerekiyor. Son olarak hastalıklı anne kız ilişkisinin anlatıldığı Michael Haneke imzalı La Pianiste filmini de hatırlamadan yazımı bitirmek istemiyorum. Sorunlu ebeveynlerin kendilerine benzetmeye mahkum ettikleri çocuklarının sancıları sado mazoşist eğilimlerle gün yüzüne çıkıyor. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde Nina'nın Haneke'nin yarattığı karakterden pek de farkı olmasa gerek. Belki aklıma gelen tüm bu filmler bağlantısı sadece benim algıma yansıttıkları yüzündendir. Ya da yıllar yılı aslında dönüp dolaşıp aynı sancıları çekiyor oluşumuzdandır. Sonuç olarak Black Swan binbir türlü filmi aklınıza getirse de yönetmenin elinden çıkmış iyi bir iş. Geri kalan yorum da size kalmış...


Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Natalie Portman, Mila Kunis, Winona Ryder, Vincent Cassel
Senaryo: Mark Heyman, Andres Heinz
Yapım: 2010, ABD, Renkli

13 Şubat 2011 Pazar




SIR

Gözlerimde bir sır var bu sabah
Yalnız kediler diyarı diye bir yer varmış
Korkular katmerlenir yürekler buz gibi olurmuş burda
Giden pişman olurmuş ama dönemezmiş
Bugün orda olmadığımı anladım
Ne öğrendiğimi çok iyi biliyormuşum meğer
Sevilmek karşlığında öğrenmem gereken en büyük şey
Sevmekmiş...
Hayat, asi olmakmış
Hayat, su damlası gibiymiş
Minicik bir kız çocuğuymuş hayat
Yaşamakmış en büyük çılgınlık meğer...
Bu sabah eminim ki ben yalnız değilmişim...


onüçşubatikibinonbirsaat23.30

7 Şubat 2011 Pazartesi

Breakfast Club

suçlu, beyin, atlet, prenses ve çöp tenekesi

Bazı filmleri hep aklınızın bir köşesinde tutarsınız bir gün izlemek için. Sonra her yerde DVD sini ararsınız olmadı VCD de idare eder dersiniz. Öyle spesifik bir filmdir ki bu korsana da düşmez zaten. Uzun zamandır bütün internet raflarında, korsanlarda aradığım "Breakfast Club" filmini arkadaşım Soner benim için internetten büyük bir çabayla altyazı programıyla birlikte indirip getirdi. Ona burdan çok çok teşekkür etmek istiyorum. 80 lere ait bu film döneme damgasını vurmuş müzikal denge gibi, hep garipsediğimiz moda akımı gibi bir şekilde hatırlanması gereken konuma sahip.


Beş lise öğrencisinin haftasonu okulun kütüphanesinde 9 saati birlikte geçirmekle cezalandırılışını izliyoruz. Diyalog üzerine bu kadar basit ama aslında basite inerek anlamlanan kavramlarla dolu bir film. 9 saat boyunca gerçekleşen diyaloglar hayata, kendimizi ne kadar önemsediğimize ve başkalarını olduğu gibi kabul edememe yetersizliğimize ışık tutuyor. 5 kişiden tüm insanlık soyuna ve yine 5 kişiden de kendimize çıkıyoruz sonunda. Yaşadığımız gerçekliğin sadece bize ait olduğunu ve ötekiyi de kabullenebildiğimiz sürece sosyolojik algılarımızın açılabileceğini kavratıyor. Aynı zamanda sistem üzerine de başarılı bir çözümleme Breakfast Club. Bizi yöneten, cezalandırdığını zanneden insanlar aslında hiçbir şeyin farkında değiller. Gerçekler bazı insanların suratına çarpıldığında ya da yalan da olsa onların otoritelerini sarsıcı cümleler sarf edildiği zaman bulundukları konumun ne derece sarsıldığını ayrımsıyoruz. Otorite ve itibar sorunsalı yüzünden başkalarına hükmeden insanoğlu yine kendi bencilliğine gömülüyor. Ve her şeyden öte önce başkalarını algılamadan önce kendimizi dinlememiz gerekiyor. Başka insanlar da kendimizi anlayabilmemize yardımcı olabiliyor.


Filmde her karakter bambaşka şeylerden hoşlanıyor. Biri oldukça muhafazakar görünürken her şeyiyle en açık insan görüntüsüne bürünebilmiş; diğeri oldukça sert, nefret dolu... Bir başkası ise oldukça zeki ama bu da yetmiyor işte. Ortak bir noktada buluşabilmek lazım. Bunun için de ortak paylaşımlara yönelmek gerekiyor. Hepsi birlikte kendilerinden geçerek dans etmeye başlıyorlar. Hepsi aynı anda aynı müzikle ve aynı mekanda benzer duygular eşliğinde kayboluyorlar. Sonrasında da ardı sıra diyaloglar... Evrensel olarak baktığımız zaman toplumları algılayabilmek için yemek kültürlerini incelemek faydalı olabilir. Dünya, içinde bambaşka yemek kültürlerine sahip insan topluluklarıyla dolu. Filmde de dikkate değer bir yemek sahnesi mevcut. Sushi, fast food, karbonhidrat ağırlıklı beslenme, zararlı asitlerle dolu bir öğün... Hepsi bambaşka düşündükleri gibi bambaşka şeyler yiyorlar. Sembolik bazı anlatımların oldukça derin yansımaları olduğunu filmin sonuna doğru fark edebiliyorsunuz. Tüm bunların görsel bir terapiye dönüştüğü nokta ise her anında yalın olabilmesinde saklı. Basit cümlelerle itiraf etmek bile kelimelerin altına sağlam ve dingin bir netlik kazandırıyor. Ve tüm bu akış da filmin iç aksiyonundaki hareketi her daim korumasını sağlıyor.


John Hughes aslında sıradan, öylesine ve belki de çoğunlukla eğlendirmeye yönelik bir film çekmeye çalışmış. Ama film, zamanla kimliğini ciddiye alması gereken bir yapıma dönüşmüş. Döneme ait bu tarz çok sayıda örnek içinden bu filmin sıyrılabilmesinde samimiyeti ve derin içeriğine rağmen bunu herkesin çok kolay bir şekilde anlayabilmesini sağlayan üslubu önemli bir yer tutmaktadır. Breakfast Club, genç nesilin sadece Amerikan Pastası serilerindeki gibi cinsel odaklı sapkınlıklar yaşamadığını, çok daha kapsamlı bir mercek altında işlenmesi gereken sorunlara sahip olduğunu gösteriyor ve bu sorunlara da laborotuvar estetiğinde cevaplar bulmaya çalışıyor. Öyle bir noktada yakalıyor ki film sizi mükemmel gibi görünen aile yapısının dahi ne derece yapay unsurlar taşıdığını, bundan sıyrılmanın ise çok ince bir ipte yürümekten farksız olduğunu gösteriyor. Kahvaltı Kulübü hiç kimsenin ifade etmesine gerek kalmadan kendisini tüm gençliğe, aileye, sistem müdehalecilerine adıyor. Ve herkes de bu pastadan hakettiği payı alıyor.


Breakfast Club iyi gözlemlenmiş bir gençlik filmi. Bu şekilde anımsanması, sinema tarihine en iyi gençlik filmlerinin baş sıralarında ismini yazdırması yönetmenin kabiliyetli olduğu bazı alanların ön plana çıkmasını sağlıyor. Genç kuşağın bir dönem yaşadığı sorunlara evrensel çözümlemeler getiriyor, cinselliğe kapalı olan kültürel anlayışı, hafızamıza kodlanmış kurallar silsilesini deşifre ediyor. Hayatımız boyuca konuşmayacağımız, varlığından bile haberdar olunması bizler için çok zor olan insanlara şans veriyor film. Aslında en iyi terapinin aynı havayı solumak, kavga etmek, dokunmak, karşılıklı susmak ya da konuşmaktan geçtiğini söylüyor. En iyi terapinin sistem içinde sisteme kafa tutmakla başarıya ulaşacağını kanıtlıyor. Ve her şeyden önemlisi insanın kendini keşfetmesinin yapabileceği en büyük devrim olduğuna ışık tutuyor.

 
Yönetmen: John Hughes
Senaryo: John Hughes
Müzik: Steve Schiff
Oyuncular: Emilio Estevez, Anthony Michael Hall, Judd Nelson, Molly Ringwald, Ally Sheedy
Yapım: 1985, ABD, Renkli

4 Ocak 2011 Salı

Bir Erhan Kozan Filmi: Çakal

Kenar mahallelerde yitirilmiş bir öyküyü anlatıyor Çakal. İlk film olma zorluğunu da kendinden emin tavrıyla ustalıkla aşmış hatta boyundan da büyük bir işe imza atmış haliyle dikkat çekiyor. Alt metin, şırıngayla enjekte edilircesine işliyor damarlarımıza. Akılda kalan birçok replik var ve bu replikler de görsel olarak destekleniyor. Akın'ın bulunduğu ortamlara yabancılaşması ama her şeye rağmen de bu durumdan sıyrılamaması da filmi izleyen ve hayata dair derdi olan bütün insanlara ayna tutuyor. Eleştirdiği insanların konumuna düşerken bu durumu farklı bir anlama sokuyor. Anlaşıldığı üzere derdini dibe vurarak anlatmaya çalışan bir yönetmen var karşımızda. Akın karakterinin söylediği laflar yönetmenin bundan sonraki filmografisini de şekillendireceği çok net olan söylemler aslında. Hırsızlık yapmaktan ziyade hakkını almak olarak nitelendiriyor ya da ölümün zaten sahip olmadığımız bir şeyi iade etmek olduğunu söylüyor net bir ifadeyle. Türban takan kızın daracık pantolon giymesini eleştiriyor ama daha sonra bunun da anlamsız olduğunu Akın'ın ifadeleriyle dile getiriyor. Aslında yoğun söylemler filmde peşi sıra geliyor. "Ben Nerdeyim? Kim bu insanlar?" şeklinde varoluşsal sorunlar, annenin ölümüne karşı duyarsızlığıyla Zeki Demirkubuz'un Yazgı'sına ve haliyle Albert Camus'un Yabancısına göndermeler, modern sinema başyapıtı Fight Club'ın stilize tepkisine eşlik edercesine sinsi gerilimiyle Çakal iyi bir örnek olduğunu kanıtlıyor. Tüm bu referansların yanı sıra ciddi şeyler söyleniyor ama film kendini ciddiye alıyor mu? İşte bu noktada birtakım eksiklikler var. Fazlasıyla sade ve direkt söylemlere dayalı anlatım biçimi, aksiyonun hipnotize edercesine içe kıvrılmasıyla etkisini yitirmeye başlıyor. Akın, kendisine yüklenen anlamın sıradanlığına kapılıyor. Bir noktadan sonra her şeye kendi içinde karşı çıkan ama karşı çıktığı her şeye de birebir ayak uyduran bir adam olduğunu kanıtlıyor. Hayat da bunun gibi birçok örneğe gebe zaten. Ancak bu durum sinemasal anlatım içinde durağanlığa hapsolmaktan kurtulamıyor. Durağanlığın içindeki şiddet etkisi nötrleşen bir uyuşturucuya dönüşüyor.

Normalde izlediğim filmlerin en çok final sahneleriyle ilgili yorum yapmayı sevmem. Çünkü filmler yönetmenin tercihiyle ya kesin olarak netlik bulur ya havada kalır, ya mutlu son olur ya da kötü tabir edilen bir şekilde biter. Filmin karakteri gibidir. Biz bittikten sonra böyle olsaydı, şöyle olsaydı deriz ama gördüğümüz şekilde bitmesi gerekiyordur demek ki. Bunu bize anlatan kişinin beyninde bulduğu anlamdır tamamen. Ama Çakal'da birşey eksik kaldı. Final için yazılmış senaryoya itirazım yok ama bir şey daha eklenmeliydi ya da sanki bir şey daha çıkarılmalıydı. Bütün içerisinde ne inişe geçen ne de yukarı çıkabilen bir finalle karşılaşabildik. Teknik bir desteğe ihtiyacı vardı belki de.

Her şeyine rağmen heyecanlı ve cesur bir yönetmen var karşımızda. Ayrıca İsmail Hacıoğlu olabilecek en iyi performanslarından biriyle karşımızda. Erkan Can ve Uğur Polat'a da diyecek lafımız yok. Üstün oyunculukların yönetmenin de işini kolaylaştırdığını itiraf etmemiz gerekir.Oyuncular bedenlerini ve seslerini enstrüman şeklinde kullanıp, filmde varlığını pek hissetmediğim müzik olgusunun da yerini doldurmuşlar.

İsmini yazımın başından beri hiç zikretmediğim yönetmen Erhan Kozan'dır. Erhan Kozan Mahsun Kırmızıgül'ün Beyaz Melek filminin set fotoğraflarını çekmiş ardından da Çıngıraklı Top filminde yardımcı yönetmen koltuğunda oturmuştur. Dileğim kendine dert edindiği hikayeleri bu şekilde anlatmaya devam etmesi yönünde.


                             

                      



Yönetmen: Erhan Kozan
Oyuncular: İsmail Hacıoğlu, Erkan Can, Uğur Polat, Haldun Boysan
Senaryo: Sertan Telli
Yapım: 2010, Türkiye, Renkli

25 Aralık 2010 Cumartesi

2010görkem'inen'leri

2010 bitmek üzere. Giderayak her yerde yılın en'leri listeleri de yapılmaya başlandı. Eeee ben de bu hadiseye kanalize olmaktan kendimi alamıyorum ve alternatif bir liste sunuyorum sizlere.

!f İstanbul 2010 un En İyisi: Samson & Delilah


Yönetmen: Warwick Thornton
Senaryo: Warwick Thornton
Oyuncular: Rowan McNamara, Marissa Gibson, Mitjili Napanangka Gibson
Yapım: 2009, Avustralya














29. Uluslararası İstanbul Film Festivalinin En İyisi: Köpek Dişi




Yönetmen: Giorgos Lanthimos
Senaryo: Efthymis Filippou, Giorgos Lanthimos
Oyuncular: Christos Strergioglou, Michele Valley, Aggeliki Papoulia, Mary Tsoni, Hristos Passalis
Yapım: 2009, Yunanitan













Filmekimi'nin En İyisi: Room in Rome


Yönetmen: Julio Medem
Senaryo:Julio Medem
Oyuncular: Elena Anaya, Natasha Yarovenko
Yapım: 2010, İspanya
















Oscar Adaylarının En İyisi: District 9

Yönetmen: Neill Blomkamp
Senaryo: Neill Blomkamp, Terri Tatchell
Oyuncular: Sharlto Copley, Jason Cope, Nathalie Boltt
Yapım: 2009, Yeni Zelanda

Türk Sinemasının En İyisi: Kosmos


Yönetmen: Reha Erdem
Senaryo: Reha Erdem
Oyuncular: Türkü Turan, Sermet Yeşil, Hakan Altuntaş, Murat Deniz
Yapım: 2009, Türkiye












Vizyondaki Amerikan Filmlerinin En İyisi: Inception


Yönetmen: Christopher Nolanc
Senaryo: Christopher Nolan
Oyuncular: Leonardo Di Caprio, Ken Watanabe, Joseph Gordon - Levitt, Marion Cotillard
Yapım: 2010, ABD - İngiltere















Yılın En Büyük Hayal Kırıklığı: Serseri Mayınlar

Yönetmen: Ferzan Özpetek
Senaryo: Ivan Controneo, Ferzan Özpetek
Oyuncular: Riccardo Scamarcio, Nicole Grimaudo, Alessandro Preziosi, Lunetta Savino
Yapım: 2010, İtalya


Avrupa Sineması Özel Ödülü: Beyaz Bant




Yönetmen: Michael Haneke
Senaryo: Michael Haneke
Oyuncular: Christian Friedel, Ernst Jacobi, Leonie Benesch, Ulrich Tukur
Yapım: 2009, Avusturya - Almanya - Fransa - İtalya

15 Eylül 2010 Çarşamba

ayarsızyazılar 1
derbeder oldum derbeder


Aslında hep aklımızın bir taraflarında tuttuğumuz ama hatırlayabilmek için de hafızamızı biraz zorlamak zorunda kaldığımız filmleri farklı bir konseptte birleştirmek istiyorum. Türk sinemasında önemli bir yeri vardır bazı ağdalı arabesk yapımların. Yıllar sonrasında Ertem Eğilmez'in Şener Şen ve Müjde Ar’lı “Arabesk” filmine de ışık tutacaklardır ne de olsa. İsterseniz enteresan bir bakış atalım ve yorumdan da öte hafızalarımızı zorlayalım.

İyi bildiğim ve hatta türüne göre iyi diye bile nitelendirebileceğim bir filmle başlamak istiyorum. Temel Gürsu’nun Derbeder filmi. Aslında hemen aklınıza da gelebilir. Şöyle ki:

Ferdi yine fakir ama gururlu yağız delikanlıdır. Canan ise Ferdi’nin büyük aşkı olmanın yanı sıra saf, temiz, koklanmamış bir güldür adeta. Nasıl olduysa bir şekilde Ferdi Canan'dan bir süreliğine ayrılmak zorunda kalır ve asker arkadaşı (Enis Fosforoğlu) vesilesiyle Canan'a mektuplar yazar. Ama Ferdi'nin asker arkadaşı iki yüzlü ve kalleş olduğu için Canan’a göz koymuştur. Bu yüzden mektupların hiçbirini Canan'a vermez. Canan da bir şekilde Ferdi’nin kendisini başka bir kadınla aldattığına inandırılır. Bu kısım nasıl gelişiyor hatırlayamıyorum. Ama Canan da hayatındaki en büyük ikiyüzlülüğü yaparak Ferdi'nin asker arkadaşıyla evleniyor. Düğünde olay çıkıyor ve Ferdi kendini yerlere atıyor. O sırada resmen yabancılaştırma efekti gibi 10 dk. lık bir sahne geliyor. Ferdi çölün ortasında takım elbisesiyle yapayalnızdır ve arabesk bir şarkı söyleyerek isyan eder. Bu sırada çölde gelinliğiyle Canan görünür. Ferdi sürekli Canan'a dokunmaya çalışır ama canan çoktan yoldan çıkmıştır ve bunun vermiş olduğu kendince haklı gururla Ferdinin görmüş olduğu bu rüyada sürekli görünüp kaybolmaktadır. Sonra birden yıllar geçer, Ferdi zengin olur mal mülk her şey gani gani dir. Film ya işte Canan ve kocası da sefalete düşmüş ve evlerini satmak zorunda kalmışlardır. Tabiiki Cananların evini Ferdi alır. Ama hala gururlu olduğu için evin tapusunu onların suratına fırlatır. Ve Canan’ın kocası Canan’ı Ferdi’ye peşkeş çeker. (Bu ifade tamamen film karakterlerinin ağzından çıkmıştır) Bu sahnelerde hüzün doruğa çıkmıştır. Canan, Ferdi’nin kayalıkların dibindeki evine gelir ve hönkürerek, böğürerek ağlamaya başlar ama Ferdi onu dinlemez ve çeker gider. Canan da kendini kayalıklardan atar ve yine kendini intihar eder. (Kendini intihar etmek gibi yanlış bir tabir de işte böyle durumlar sayesinde meşrulaşmıştır.) Ferdi koşar ama yetişemez. Büyük aşk Canan'ın ölümüyle son bulur.


Tüm bunlar inanılmaz bir kurgu örgüsüyle önümüze sunulur. Son sahnede Canan’a öylesine üzülür hatta acırız ki Ferdi’ye söylediği sözler beynimize işler. Canan Ferdi’ye eşinin kendisini ona gönderdiğini,isterse kendisini satın alabileceğini söyler. Tabiiki tüm bunlar olurken Ferdi yıllarca (her Türk filminde olduğu gibi) Canan’ın bir perdenin arkasına gizlemiş olduğu kocaman siyah beyaz resmine bakmıştır. Film, çok da derdi olmasa da dibe vuran bir kadın portresi de çiziyor. Dönemin titrek dudaklı, toplumda pek de hakimiyeti olamayan bir kadın.

Ablamla yaşadığım, çocukluğumun en saf taraflarından birine ışık tutar bu film aynı zamanda. Ferdi’nin sevdiği kız ölünce ablam günlerce yas tutmuş. Ferdi artık yalnızdır ve ablam da Ferdi’yle evlenmek için ağlayıp sızlar. Küçücük bir kızın Almanya’da izlediği ilk Türk Filmi’nin Derbeder olduğunu düşünürsek gayet sarsıcı bir durum sanırım. NOT: "Derbeder" filmi Türkan Şoray'ın oynadığı meşhur Sultan filmine de konu olmuştur. Sultan filminde bütün kadınlar toplanıp sinemaya giderler. Hatta içlerinde hamile bir kadın vardır. Herkes izlediği filmde salya sümük ağlar hatta kadın filmi izlerken doğum yapar. İşte "Sultan" filminde herkesin sinemada izlemek için ölüp bittiği film DERBEDER dir.


Görkem


http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/


Yönetmen: Temel Gürsu
Senaryo: Erdoğan Tünaş
Görüntü Yönetmeni: Muzaffer Turan
Müzik: Ferdi Tayfur
Oyuncular: Ferdi Tayfur, Canan Perver, Enis Fosforoğlu, Mümtaz Ener, Hüseyin Peyda, Sevda Ferdağ
Yapım: 1977, Türkiye, Renkli

31 Ağustos 2010 Salı

Kalmak İçin Gitmek
Revolutionary Road
Sana Özel...

Sözlerin boğazınıza düğümlenmesi gibidir hayat. Her yutkunuşta acı verir. Sarılmak bu kadar mı zordur öteki zamana? Yoksa geri kalmak mıdır iç çekişin sinsiliğinde hayat. Uzun mudur hayat, yoksa çığlık atana dek mi süreriz kervanımızı? Yol upuzun oysa ki... Sonunu görmek mümkün olmuyor. Yolun sonuna koşabilmektir yalnız kovboyların derdi. Hayat bir iç çekiştir yeri geldiğinde. Sabırsız, yer yer de dingin. Kana kana su içmenin keyfidir umuda sarılmanın verdiği haz. Ya da karda açan bir çiçeğin sessizliği, gülümseyişi, titreyişi... Hayat, sonsuz bir uçurumdur... Döner durur kendi içine...


Revolutionary Road iki kere izlemiş olduğum bir filmdir. Hayat kendi içine evrilirken sinemanın buna kayıtsız kalamayışının kanıtı. Her anı gerçektir. Ya da gerçeğin bu olduğuna şartlanmışızdır. Sanırım kitabi bir eleştiri yapamayacağım bu film hakkında. Şeffaf olan bir şeyler var ya da her şey şeffaf. İçinize işliyor ya da benzer durumlara gebe kalmışsa sizin de hayatınız içinize işlemekten başka da çare kalmıyor. Filmde Amerikan Banliyo yaşamına dair, süslü tekdüze hayatlara dair bir eleştiri var. Sam Mendes sanki anlattığı konuda ihtisas yapmışçasına döktürüyor. Filmin sosyolojik boyutundan da öte psikolojik tespitleri, bu tespitleri ifade edişi her sahnenin altını sağlam bir şekilde dolduruyor. Komşu misyonunun ya da o dayatılmış misyonun katkısı da usataca işlenmiş. Kate Winslet ve Leonardo Dicaprio da döktürmekten öte kariyerlerinin zirve noktasını çizmiş oluyorlar. Titanic sonrası gözlerimiz de yaşarmıyor değil bu uyumlu çifti gördüğümüz zaman. Kitap uyarlaması olduğu aslında her halinden belli olsa da bunun altından ustaca kalkmış yönetmen.


İnsanın kendi gerçeğini çizmesi üzerine bir film aslında Revolutionary Road. Dış faktörlerin insan psikolojisine ne derece etki ettiğine işaret ediyor. Pencereden esen buz gibi bir rüzgar misali. Aslında her şeyin özünde de o buz gibi esen rüzgara verilen tepki yatıyor. Sözde gerçeklikleri ne derece arkamıza alabildiğimiz, söylenen sözleri, sosyal statü diye konumlandırılan ünvanların ezici gücünü ne kadar göz ardı edebildiğimizle alakalı anlatılanlar. Birilerine kulak asmanın saçmalığı, gitmenin bi noktada kalmak, kalmanın da bi noktada da gitmek olduğunu görememenin cehaletini duyumsatıyor. Rovolutionary Road derdini çok aşan bir üsluba sahip: "Herkes boşluğa düştüğünü fark eder ama umutsuzluğu görmek cesaret ister." Durup düşünmek düşündükçe daha derin anlamlar aramak amacıyla ustaca çalışılmış replikler bunlar. Gerçi kitabın yazarı Richard Yates in sayesinde vücut bulmuş bir anlatımdan bahsediyoruz. Ama Sam Mendes daha iyisini yapamazdı sanırım. Nuri Bilge Ceylan'ın Üç Maymun'da beni yüzleştirdiği, gerçek dediğim olgu bu filmde tamamen altüst oldu. Aile ne olursa olsun dimdik ayakta duran, tüm sırların, yalanların tek bir potada eritildiği yarı saha maçıyken Sam Mendes aile içinde aile yaratmış. Bir şey içinde başka bir şey var yani. Daha da özüne iniyoruz sosyal statülerimizin. İşte indiğimiz o en derin çukurda da varoluşumuz yatıyor çırılçıplak bir şekilde. Umutsuzluğu görmek cesaret istiyor, büyük zorluklara katlanmak gerekiyor. Aynı zamanda gitmenin kalmak olduğuna dikkat çekiyor. Hayatta kalmak zor bir uğraşken gitmek de zorlaşıyor. İçiçe geçen bir takım gitgelleri tasvir ediyor film.


Kate Winslet beyazperdede hayatının performanslarından birine imza atmış. Kavga sahnelerinde yaratılan gerçeklik, aslında hepimizin somut anlamda ya da içsel olarak kendi kendimizle yaşadıklarımıza ayna tutuyor. Başlarda iki kişilik bir dünya tasavvur edilirken dakikalar aktıkça filmi izlerken bu dünya da küçüldükçe küçülüyor. Filmde fonda da iki adet çocuğu var başroldeki çiftimizin. Ama bu çocukları doğru düzgün perdede göremiyoruz. Daha doğrusu bize pek gösterilmiyorlar. Kendimiz olabildiğimiz noktada çocuklar da silikleşmeye başlıyor. İsteklerimiz, hayallerimiz, umutlarımız olunca asıl önemli olan kendimizi buluyoruz ve bizden diye atfedilen parçalarımız silikleşiyor. Filmde çocukların pek görünmeyişi de anlatılmak istenen vahim durumu daha iyi kavrayabilmemiz açısından yerinde bir tercih olmuş. Şayet gelmek üzere olan üçüncü çocuğu hiç görmesek bile varolmaya başlaması ve hakkında konuşulanlar sayesinde dehşete kapılıyoruz. İnsanoğlu'nun varoluşu başkalarının zorlamalarından, gelenekçi yaklaşımların oluşturduğu dayatmalardan, kendimiz olamayıp esir kalmış ruhlardan ibaretmiş meğer. En kötüsü ve her şeyi özetleyen de aslında sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylerin aslında bize sahip olmasından kaynaklanıyor oluşuymuş meğer. Oturduğumuz ev, sahip olduğumuz araba, koltuklarımız, değerli mücevherlerimiz, takım elbiselerimiz, çocuklarımız.... Aslında her şey bizi esaretin gölgesinde bırakmaya başlamış. Umutsuzluk da işte yavaş yavaş tüm bunların farkedilebildiği noktada kendisini göstermeye başlıyor. Cesareti de farkındalığından alıyor. April'in ölüme doğru yol aldığı sahne ve hemen sonrası yüreğimi sızlattı. Farkedemediğim bir noktaya taşıdı beni. Bu da cinsiyetsizlik aslında. Film karı - koca misyonunu somut anlamda apaçık gösteriyor olsa da anlatılmak isteneni kavradıktan sonra hepimizin aslında birer et parçası olduğumuzu fark etmemizden öteye geçemiyor. Kadın ya da adam, ya da yoldan geçen biri, eve giren deli - ki aslında kim deli? - gibi gibi bir sürü cevapsız ama kimliksizliğin eşiğine gelmiş sır gibi saklanan bir cinsiyetsizlik.


Revolutionary Road tam da anlatmaya çalıştığını anlatmış, izleyenleri kilitlemiş dediğimiz yerde biraz gereksiz bir biçimde uzamaya başlıyor. Frank'in hastaneden çıkıp caddede koşmaya başladığı sahnede her şey çözümlenmişti aslında ve burda da ekranın kararması gerekiyordu. Ama ardarda bir dizi zorlama kapanış sekansı daha geldi. Wheeler ları efsaneleştirme çabası olmamış. Wheeler lar silinmeye mahkum karakterleri oynamamışlar mıydı film boyunca. Gerçi tam olarak bu hükme de karşı çıkan sahneler de yoktu. Ama şekil itibariyle Avrupa Sineması'na çok çok yakın duran bu film final itibariyle de netleşmeye mahkum olmamalıydı. Filmle ilgili tek rahatsızlık duyduğum nokta bu, yani Kate Winslet'in perdeden ayrıldıktan sonraki tüm sahneleri. Ama her şeye rağmen yıkılamayan tabular aslında kendi özümüzde başlıyormuş fikri güzel işlenmiş.

2009 KIŞ... BİR KARTEPE GÜNÜ... YARINLAR UMUT DOLU OLMALI...

İzlemesi zor bir roman ve okuması da oldukça zor bir film Revolutionary Road. Son yılların en başarılı Amerikan filmi. Bağımsız olmayan ama bağımsıza en yakın duran, Amerikan yaşam tarzını eleştirirken Avrupa'nın yozluğuna da ışık tutan bir film...
görkem

Yönetmen: Sam Mendes
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Kathy Bates, Kathryn Hahn
Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins
Senaryo: Justin Haythe, Richard Yates (Kitap)
Müzik: Thomas Newman
Yapım: 2008, ABD/İngiltere, Renkli