24 Şubat 2009 Salı

HER ŞEY OLAĞAN
“Juno” Üzerine...

16 yaşında Juno, Bleeked ile birlikte olur ve hamile kalır. Yaşıtlarından farklı olmasına rağmen yine de duygusal kırılganlıkları vardır. Kürtaj yaptırmaya çalışsa da vazgeçer ve çocuğunu doğurup gerçekten güvenebileceği bir aileye evlatlık vermekte karar kılar. Olay çok klasik gibi görünse de anlatım aşamasına geçtiğimizde kültürel farklılıklardan tutun da kültürlerin kendi içlerinde de farklılaşmasına kadar birçok noktada film bize yeni bir şeyler sunuyor. Juno’nun ailesinin kızlarının hamile olduğunu öğrendikleri zaman ve sonrasındaki tepkileri, karnı burnunda liseye devam eden bir kız, hatta bu şekilde 16 yaşındaki bir kızın araba kullanması gibi bir çok ayrıntı ya da önem arz eden unsurlar oldukça ince bir çizgide kullanım başarısı gerektiriyor. Juno’nun samimiyeti de işte bu noktadan besleniyor. Alışık olunan kalıplara karşı sert bir duruşu varken bu sert tepkiyi de arkasına samimi bir mizah fonu alarak kompozite ediyor. Soluk almaya fırsat vermeyerek güçlü bir iç aksiyona sahip olan filmin seyirci açısından bakıldığında da her karakterin haklılık payının olduğuna dair objektif bir bakış açısı yaratmaya yönelik bir yaklaşımı olduğunu da söyleyebiliriz. Herkesin gerçekten bu dünyaya bir nedenden dolayı geldiği doğru. Ve bu nedenleri de o kişilere göre değerlendirdiğimiz zaman herkesin kendince haklı olduğuna karar vermek de zor değil. Jennifer Garner’in oynadığı Vanessa karakteri başlarda izleyene itici gibi gelse de filmin tersyüz eden mizahi anlatım derinliği sayesinde aslında onun da yaşamak için enerjisini başarılı bir şekilde aktarabileceği kuvvetli bir kaynağı olduğunu görebiliyoruz. Tam tersine başlarda hemen ısınıverdiğimiz Mark karakterinin de kendi mutluluğu adına çoğu kişiye göre bencilce gelen tutumu aslında herkesin geçerli nedenlerinin olduğunu daha net bir şekilde bize gösteriyor. Juno’nun bile farkına varamadığı bencilliğinde saklı haklılık payıyla birlikte sosyolojik ve kişisel bağlamda ele alınabilecek birçok davranış kalıbı da iç içe geçiyor. Yaşanılanlara verilen tepkilerin bulunduğumuz coğrafya bazında yani yerel açıdan değerlendirmesini yaptığımız zaman da, kişiye göre değişen bir yabancılaşma hissiyle karşılaşıyoruz. 16 yaşında yaşanılan hamilelik ve sonrasında ailenin tepkileri filmi algılayış boyutlarında da farklılaşmalara yol açıyor. Ama mizahi samimiyet herkesi ortak bir paydada buluşturmayı başarıyor. Abartısız ama aralıksız mizah, aksiyon dozunun da ustaca kurgulanmasıyla amacına ulaşmış.

Seyri kolay ve aldığı orijinal senaryo oscarını hak eden bir yapım Juno. Ayrıca kulaklarınıza da çok iyi gelecek bir müzik ziyafeti yanında hediye.

Görkem (21/02/2009)

Puan 100 Üzerinden 73

Yönetmen: Jason Reitman
Oyuncular: Ellen Page, Michael Cera, Jennifer Garner, Jason Bateman
Senaryo: Diablo Cody
Görüntü Yönetmeni: Eric Steelberg
Müzik: Matt Messina
Yapım: 2007, BD, Renkli

17 Şubat 2009 Salı

The Curious Case of Benjamin Button

Zaman, varlığına soğukkanlı bir gerçeklik kurgusu karışmış kısır döngü gibidir. Yüzyıllar boyunca insanlık tarihinde yaşanan savaşlara inat varlığıyla hep aynı duygulara gebe kalmıştır zaman karmaşası. Karmaşıklaştığı noktada geriye dönüşün imkansızlığından öte akışını da yavaşlatamadığımız cinsten. Benjamin Button’un hikayesi, içine fantastik bir çıkış noktası yerleştirilmiş ama öyküyü gayet doğalmış gibi izleyebilmemizi sağlayan, dramatik unsurları da esirgenmemiş bir yaşam kesiti. Film, dur diyemediğimiz, geriye saramadığımız ya da ötesini önceden göremediğimiz zamana dair bir çıkışsızlık öyküsü anlatıyor.

Aşkın, içinde kuralcı ve gelenekçi görsel bir uyumu barındırmasından ziyade ruhsal bir duyumsama sürecine işaret ettiğinin evrensel kanıtı. Hal Ashby’nin 1971 yapımı “Harold and Maude” filminde seksen yaşındaki Maude ve 20 yaşındaki Harold’un tüm engellere rağmen yaşadıkları sıradışı aşk hikayesi kimileri tarafından fazlasıyla ütopik bulunmuş olabilir. Yönetmenin ifade etmek istediği duygusal saflığın fiziksel görünümden arınmış bağımsızlığı bu sefer David Fincher’in Benjamin’in geriye saran kurgusunda daha dikkat çekici bir görsellikle anlatılıyor. Benjamin ve Daisy’nin masanın altında buluştukları sahnede görünüme karşı verilen sert tepki, aslında insanın doğasında varolan ve yıkmakta zorlandığı tabularına karşı verilen tepkinin yansıması. Oysa hangi yaşta olursak olalım tümüyle özün biçimden önce geldiğini kavrayamamışızdır. Kabul etmek de çoğu zaman imkansıza yakındır. Zamanın bize oynadığı oyun toplumsal hoşgörüsüzlükle birleşince zor bir hayatın panoramik anlatımı ortaya çıkıyor. Benjamin’in seksen yıllık öyküsü gerçekten tuhaf. Ancak tuhaf olan bu fantastik öykü, yaşadığımız gerçekliğe öylesine yedirilmiş ki gittikçe gençleşen Benjamin’i görmek olağandışı bir durumun varlığını da fark etmemize engel oluyor.


 


Biraz da yönetmene yönelik birkaç söylemde bulunursak eğer David Fincher’in kurgusal performansındaki başarısını hissettiğimiz bir sahnenin mevcut olduğunu çok net bir şekilde görebiliriz. Zamanın kendi içinde öyle bir akışı vardır ki herhangi bir parçanın değişimi bütünsel anlamda bir değişimi de kaçınılmaz kılar. Bu mantıktan hareketle tasarlanmış sahneyi gördüğümüzde nihayet “Fight Club” (1999) filminde bizi kendisine hayran bırakan yönetmene dair bir iz bizi selamlıyor. Ama bu iz birkaç sahne dışında yerini dramatik altyapısındaki yoğunlaşmaya ve görsel ihtişama bırakarak silikleşiyor. Bu noktadan hareketle yönetmenin filmografisiyle karşılaştırdığımızda Benjamin’in olağandışı hikayesinin çok fazla orijinal söylemlerinin olduğunu göremiyoruz. Fazlasıyla Hollywood kokusu almamızın, on üç daldaki Oscar adaylığıyla bağlantılı sonuçları olduğu da açık. Tüm bu kıyaslamaları bir kenara bırakarak izlediğimiz filmin David Fincher’in elinden çıkmadığını düşünerek bir tahlilde bulunursak eğer kuşkusuz kendi içinde tutarlılığı olan ve sinemanın görsel gücünü çok iyi kullanan bir filmle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Ama asıl önemsenmesi gereken noktanın da filmin bu kuvvetinden beslenmesinden öte dramatik kurgusuna yoğunlaşılmasının hakkını verip veremediğinde gizli olduğudur şüphesiz. Biz büyürken ya da yaşlanırken çevremizdeki birçok kişinin bizi terk ettiğine tanık oluruz. Benjamin’in içine düştüğü yalnızlık öyküsünün diğer karakterlerle arasında yaşadığı duygusal bağlılıkla ifade edilmeye çalışılması hiç kuşkusuz içsel bir yolculukta anlatımı kaçınılmaz yöntemlerden biri. Çevresindeki insanların ruhsal ve fiziksel yaşı apayrı olan Benjamin’in büyüme sancılarını ifade etmekteki eksikliği, yaşlı adamın kendisine yıldırım çarptığını defalarca anlattığı sahnelerdeki görsel ve düşünsel yabancılaşma hissi üç saate yakın öykünün içinde kaybolan artılar ve eksiler olarak dikkat çekiyor.


Aslında zaman içinde bir yolculuk öyküsüne tanık olduğumuzu da söyleyebiliriz. Yıllar geçtikçe fiziksel geçmişine yolculuk yapan bir adam var karşımızda. Seksen yaşında ana rahmine dönüş yapar Benjamin. İşte bu noktada psikolojik bir gerçeklik ve dönüşümle yüzleşiriz. Zorunlu bir ana rahmine dönüş öyküsü gibi görünse de anlatılan, tamamen çaresiz olduğumuz zamanlarda sığınılan sıcaklık da aslında aynı. Benjamin, fiziksel çaresizliğinde bir dönüşüm kompozisyonu çizerken bizim de en derin suçlarımızı itiraf edebildiğimiz bir sığınaktır ana rahmi. Bu anlatım biçimine David Fincher’dan alışık olmadığımızı yer yer hissediyoruz. Hayatın sonunu betimleyen büyük beyinli ama kısa boylu Benjamin’in öyküsü biraz üstünkörü anlatılmış. Sahneler arasındaki dengenin sağlanmasında yönetmen biraz daha kıvrak davranabilseydi dramatik yapının kuvveti de daha göze çarpıcı olabilirdi. “Forrest Gump(1994”’ın Vietnam Savaşı’na uzanan yaşam mücadelesi ve “The Butterfly Effect(2004)”in zaman kavramının, müdahaleden bağımsız işlerliğini anımsatsa da Benjamin Button, rahatsız edici bir boyuta da taşımıyor bu durumu. Ancak filmin en büyük handikapı dediğim gibi dengeleri tutturamamış olmasında saklı. Anlatılan hayat hikayesinde bazı dönemler fazla uzun, bunun aksine sosyal ayrıntıyı ve Daisy açısından bakıldığında yaşanılan duygusal devinimi yakalayabilmemiz için anlatılması gereken bazı sahnelerin de oldukça kısa sürdüğünü görüyoruz. Ancak film o kadar ağır bir etki yaratıyor ki üzerimizde uzaması gereken ve ayrıntıyı yakalayabilmemize yardımcı olacağını düşündüğüm sahnelerin bile farkına varamaz oluyoruz. Bir nevi film üzerimizde yarattığı ağırlıkla seyirciyi etki altına alma, uyuşturma ve perdeden tamamen koparma arasında gidip geliyor. İşte bu noktada da başarılı görsel sunum bir çok eksikliğin de üzerini kapatıyor.

Görkem (07/02/2009)

Puan: 100 Üzerinden 72

Yönetmen: David Fincher
Senaryo: Eric Roth, Robin Swicord, Francis Scott Key Fitzgerald (Kitap)
Görüntü Yönetmeni: Claudio Miranda
Müzik: Alexandre Desplat
Yapım: 2008, ABD, Renkli

10 Şubat 2009 Salı

SOPHIE’NİN HÜZNÜ
“Sophie’s Choice” Üzerine…

İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan soykırıma dair yapılan filmler yaşanılan trajediyi çok farklı boyutlarda ele almıştır. Fakat her şeyden öte insana dair kaçınılmaz duygusal yaklaşımı barındırırlar. Sinema tarihinin en dokunaklı soykırım öyküsünün “La Vita é Bella (1998)” olmasına şaşırmamalı. Roberto Benigni öyle bir işe imza atmış ki insan denilen ve her duyguyu içinde saklayan canlıyı tamamen çıplak bırakmış. İşte size çaresizliği, savunmasızlığıyla yine de sapasağlam durabilen “insan”. Daha da önceki bir tarihe gidersek soykırım sonrası travmayı, başka hayatların bileşkesinde anlatan Sophie’s Choice karşımıza çıkacaktır. Alan J. Pakula’nın William Styron’un kitabından uyarladığı film, hayattaki son nokta olabilecek derecede ağır bir tercihle baş başa bırakılan Polonyalı bir kadının öyküsünü anlatıyor. Film, tercih ettiği anlatım biçimiyle en baştan büyük bir risk alıyor. Flashbacklerle yalnız bırakılacağımıza o kadar emin olmamıza rağmen daha farklı bir yalnızlıkla karşılaşıyoruz: Sophie’nin gizem dolu geçmişi. İlk yarı savaş sonrası gitgellerle dolu Sophie’yi izliyoruz genç Meryl Streep performansıyla. Bu kadar mı iyi oynar denilebilecek kadar hakkını veren bir oyunculukla üstelik. Meryl Streep bu filmde oynamayı o kadar çok istemiş ki daha senaryonun korsan kopyasını okur okumaz yönetmeni ikna etmeye çalışmış. Başlarda Sophie karakteri için ilk Bond kızı ve 1960’ların seks sembolü olarak görülen Ursula Andress düşünülmüş ama Meryl Streep’in varlığında karar kılınmış. İyi ki de öyle olmuş. Amerika’nın bol oscarlı ve bol Oscar adaylığına sahip oyuncusu bu rol için Polonya aksanıyla İngilizce, Lehçe ve Almanca konuşabilmeyi öğrenerek de yaptığı işin hakkını nasıl verdiğini bize kanıtlıyor.

Filmde yazar Stingo’nun gözünden Brooklyn içinde bir büyüme ve keşfetme sürecine tanık oluyoruz. Nathan ve Sophie’nin sırlarına Stingo ortak olur. Nathan’ın şizofren ruh hali, Sophie’nin ölümden değil Nathan’ın yalnız ölmesinden korkması ve tüm bunlara Stingo’nun anlam verememesi sadece Sophie’nin geçmişine odaklanarak olayları algılayışımızı değiştiriyor. “Normal olma” kavramına dair keskin bir duruş var. Şizofrenlik ya da bize dayatılan tam tersi normalliğin iç içe geçmesi ve paralelinde neyin normal neyin anormal olduğunun anlaşılamaması. Stingo, Sophie’nin geçmişine dair her şeyi öğrenmesine rağmen yine de Nathan’ı seçmesine anlam veremez. Aynı şekilde seyirci de anlam veremiyorken, Sophie’nin geçmişine odaklanarak artık onun için normal kavramının tamamen bulanıklaştığının farkına varamayabilir. Bu üçlü arasında yaşanılanlar yer yer Bertolucci’nin “The Dreamers (2003)” filmini akla getiriyor. Özellikle karakterlerin derin, duygusal keşfedişlerine yönelik çıktıkları yolculuklarının öyküsü niteliğinde. İki filmde de şehir arka plandadır ama fon olarak hangi şehirlerin seçildiği bize açıkça belli edilir. Şehir içinde kayboluş hikayeleridir aynı zamanda. Ama anlatılan her şey Sophie’nin hüzünlü geçmişinden yola çıkarak tahammülü zor hayatta kalma mücadelesinin yan unsurlarıdır. Sophie öyle zor bir tercih yapmıştır ki işte o tercihten sonra hiçbir şeyin, onun canını acıtamayacağını anlarız. Tek seferde çekilen seçim sahnesinin üzerinizde yarattığı ağırlık hiç kuşkusuz günlerce geçmeyecektir. Sophie, hüznün ta kendisidir.




Kimine göre fazla buruk bir film Sophie’nin seçimi. Özellikle son on beş dakika içinde çözüme kavuşan gizem belki de fazlasıyla sert. Ama sertliğin ta kendisi olarak kabul edersek yaşama dürtüsünü, film her şeye rağmen hayatta kalan Sophie’yi anlatma konusunda iddiasız ama şahsına münhasır bir yere oturuyor. (04/02/2009)
Görkem (100 Üzerinden Puan 77)

Yönetmen: Alan J. Pakula
Senaryo: William Styron
Görüntü Yönetmeni: Néstor Almendros
Müzik: Marvin Hamlisch
Oyuncular: Meryl Streep, Kevin Kline, Peter MacNicol, Rita Karin
Yapım: 1982, ABD, Renkli

4 Şubat 2009 Çarşamba

ERİYEN BUZLAR
“Noi Albinoi” Üzerine…

Buzlarla kaplı bir coğrafyada olduğunuzu düşünün. Büyükannenizle yaşamak zorundasınız ve normal insanlar gibi sabahları saati kurarak uyanmak yerine büyükannenizin havaya sıkacağı tüfekle uyanıyorsunuz. Mezar kazarak para kazanmanın yanında oldukça da zekisiniz. –Zeki olmak tüm bunlara katlanmayı zorlaştırabilir.- Uçamayan sinekler, bulunduğunuz iklim kadar soğuk olan fal yorumları ve alkolik bir baba… Yetmediyse tüm bunların üstüne okulda da anlaşılamamayı ekleyin. Anlaşılacağı üzere bulunduğunuz konuma oldukça fazlasınız.



Noi’nin trajedisi uçamayan küçük bir sineğinkinden farksızdır. İkisi de birbirlerine dönüşmüşlerdir. Bakılan fallar bile umutsuzluğa işaret ederken belki Kafkaesk bir bakış bile daha iyimser kalabilir. Filmin karanlık bir mizahi üslupla, çok da ciddiye almadan ama fazlasıyla da etkileyici bir yöntemle yaptığı sistem eleştirisi de okul müdürü ve Noi arasında geçen konuşmada kendisini gösterir. Çoğu zaman anlaşılmak için kendini ifade etmenin ne kadar anlamsız olduğu bu sahnede iyice belirginleşir. Dagur Kari ve Tomas Lemarquis belli ki oyuncu ve yönetmen kimyası son derece uyumlu ikililer arasına girmeye adaylar. Sanki yönetmen sırf Noi’yi anlatmaya çalışmış ve yan karakterler de sadece Noi’nin çıkmazını daha iyi ifade edebilmek için sonradan eklenmiş unsurlar.

Aslında garip bir mizahi durum betimlemesi var Noi Albinoi’nin. Ama koltuğunuza yayılıp o kadar da rahat izleyemiyorsunuz. Buzlar ülkesinde babaannesiyle yaşayan Noi’nin hayalleri hep kaçmak üzerine kurulu. Engeller de çoğu zaman üstesinden gelinebilecek güçte değil. Şehir hayatının sıkıcılığı, kasveti üzerine alternatif bir hiçlik tasviri yapıyor Dagur Kari bize. Aslında tüm o kabına sığamamalar, isyanlar aynı cinsten. Noi’nin kapalı olduğu kutudan, evrensel bir yalnızlık ve bunun ötesinde boşluk hissinin görsel sunumuna tanık oluyoruz. Mekan tasarımı konusunda yönetmeni kutlamak isterdim şayet filmin en önemli beslendiği kaynak doğal görselliği. Çok fazla el değmesine gerek olmayan bir atmosfer kuvvetine sahip.
Karakterler üzerine yoğunlaştığımızda Noi’nin kısmen iyimser bakış açısı yerini “Voksne Mennesker(2005)” de Daniel’in duyarsızlığı ve buna bağlantılı umutsuzluğuna bırakıyor. Dagur Kari, iyimserliğin duyarsızlığa dönüşümünü filmografisinde adım adım işleyen bir yönetmen olarak sosyolojik oluşumların şekillendirilmesine dair özgün bir söylem geliştirmiş. Ama Noi’nin duvarları yıkılamayacak derecede sağlam. Bu noktada da Dagur Kari’nin kendini demlendirdiği apaçık ortada. Zamanı geldiğinde sanki ondan hiç beklemeyeceğimiz bir üslupla “zincirlerin kırılışı” öyküsünü dinleyeceğiz. Michael Haneke’nin “Der Siebente Kontinent (1989)” inde tüm aile fertlerinin yaşamaya özlem duydukları dünya, filmde ara ara gördüğümüz hareketli kumsal fotoğrafı ile bütünleştirilirken; Noi Albinoi’nin son karesinde de Noi’nin baktığı bir kumsal fotoğrafı, her şeyin yok olduğunu hisseden seyirciye aslında umudun özümüzde hep yaşadığını ifade etmeye çalışıyor. Haneke’nin fotoğrafı bize çözümün varlığını ortaya koyarken Kari’nin fotoğrafında kocaman bir boşluk karşımıza dikiliveriyor. Bu ayrımın fotoğraflar arasındaki aksiyon farklılığından da anlaşılabileceği aşikar.


Kıssadan hisse içsel bir yolculuğun Avrupa’nın kuzey mi kuzey bir versiyonu bizi selamlıyor. Noi’nin taşra hayatının çıkışızsızlığına saplanmış kaçış öyküsünde ifadelerdeki donukluğa ve kendine has harmanı olan mizah anlayışına rağmen içimizdeki göçmen ruhu bulabilmek mümkün.

Görkem (Puan: 100 Üzerinden 90)

Yönetmen: Dagur Kari
Senaryo: Dagur Kari
Görüntü Yönetmeni: Rasmus Videbaek
Müzik: Dagur Kari, Orri Jonsson
Oyuncular: Tomas Lemarquis, Throstur Leo Gunnarsson, Elin Hansdóttir, Anna Fridriksdóttir
Yapım: 2003, İzlanda-Almanya-Danimarka