9 Mayıs 2012 Çarşamba

Yaz Bitti...

Seyfi Teoman anısına

Emin Alper’in ilk uzun metrajlı filmi “Tepenin Ardı” galasını 31. İstanbul Film Festivali’nde yaptı. Ardından da Murathan Mungan başkanlığındaki jürinin de beğenisini toplayarak Ulusal Yarışma Altın Lale En İyi Film ödülünün sahibi oldu. Filmi eşimle birlikte festivalde izleyebilme şansı yakaladık. Zira çok iyi oldu çünkü gösterim tarihi en erken Eylül 2012 olarak belirlenmiş. Film, festival boyunca geç başlama – başlayamama gibi aksaklıklara neden olan DCP formatında çekilmiş. Dijital Sinema artık yavaş yavaş 35 mm nin tahtına göz dikmeye başlıyor yani. DCP formatında çekilen filmlere özel de KDM adı verilen ve filmleri 3 – 4 saatlik zaman dilimlerinde gösterebilen şifreler mevcut. Şifre geçerlililik süresinin dolması, bloke olması gibi nedenler de festival izleyicisini hayli zorladı bu yıl. Festivalde Sıkıntılı Hanımlar ve Tepenin Ardı’nı DCP formatında izledim. İkisinde de sorunlar baş gösterdi. Ayrıca Tutsak isimli bilet almış olduğumuz film de yine KDM şifresindeki problemlerden dolayı gösterilemedi. Sinema salonunda bir kadın da bu filmin farklı bir seansta altyazısız gösterilmesiyle alakalı serzenişte bulunuyordu. DCP formatı, KDM şifresi, dijital dünyaya girişteki inceliklere çok fazla kafa yormamamdan dolayı ben de bu kitlede yer aldım. Ekstra parantez belirtmeliyim ki Michael isimli filme dair makine odasında yaşanan aksilik de ayrı bir durumdu. Toplam 13 film izledik ve 4 film ciddi sorunlarla başladı ya da başlayamadı.

Festivalin bu yılki en büyük stresi ve izleyicileri en çok yoran bu teknolojik uyumsuzluğundan bahsettikten sonra dijital formatta izlediğim Sıkıntılı Hanımlardan biraz bahsetmek istiyorum. Sıkıntılı Hanımlar çerezlik diye nitelendireceğimiz bir ABD yapımı. Filmin kendisini açıkçası eleştiriye pek değer bulmadığımdan ötürü sadece dijital formatın benim üzerimde yarattığı etkiye değinmek istiyorum. Öncelikle tv de bir dizi ya da sinema izliyormuşum hissi uyandırdığını söyleyebilirim. Görüntü evet oldukça netti ama bu film boyunca samimiyet hissi biraz az geldi bana. Gelelim yazımın asıl konu başlığına da sahip olan ve bu yıl Altın Lale’ye de uzanan Tepenin Ardı filmine. DCP format bu sefer benim algımda biraz daha yumuşamayı başardı diyebilirim. Belki çok daha kayda değer bir filmde ve bağımsız bir yapımda kullanıldığı için olacak ki, gerçeklik duygusunu pekiştiren bir anlatım hissiyatı yarattı.

Teknik yenilikleri biraz kenara itip Tepenin Ardı’nda neyin olduğuna ya da olmadığına odaklanalım biraz. Her şeyden öte ne kadar olumsuz eleştirebileceğim taraflar olabilse de bir ilk film olduğu aklıma geldiğinde başarılı diyebileceğimiz bir yapım var karşımızda. Tepenin Ardı ilk yarıya kadar vermek istediği mesaja dalış yapmıyor. 45 dk kadar bir süre ıssız bir köyde bir baba, oğulları ve torunlarıyla geçirdikleri birkaç güne odaklanıyoruz. Her an düşman gelip hayatlarına tecavüz edebilecekmiş gibi yerler, içerler, uyurlar. Yarıdan sonra her karakter birer birer çoğalmaya başlıyor. Nefes aldığımız topraklarda birlikte yaşadığımız insanlara dönüşüyor. Sadece bu kadar da değil tüm dünyaya hükmediyor ve de. Film eğer kısır bir anlatım örgüsünde devam edip evrensel niteliğe uzanamasaydı oldukça vasat bir yapım olarak kalacaktı. Ama hiçbir şeyin altını ne eksik ne de fazla çizmesindeki ince işçiliğiyle anlamını naifliğine saklıyor. Ama kişisel olarak çok da fazla bana hitap edemeyen daha doğrusu bana göre biraz sığ bir işleyişe sahip olan bir filmdi diyebilirim.

Ve gelelim Seyfi Teoman’a. Bu yazıyı bitirmek üzere olduğum gün aramızdan ayrıldı. Festival’de Tepenin Ardı’nı izlemeden önce çıkan teknik aksilikleri telafi etmek için bizi oyaladı, muhabbet ettik. Dijital sinemadan, aldıkları ödüllerden, gelecek projelerinden bahsetti. Sorulara cevaplar bulmaya çalıştı. Bu güzel muhabbetin ertesi günü Seyfi Teoman motosiklet kazası geçirdi. 3 haftalık uzun bir bekleyişle umut dolu anlar yaşamaya başlamıştık ki kendisini bugün kaybettik. Tatil kitabının son sayfasına geldik sanırım. Çözümünü bulamadığımız sorularla, yanlışlarla… Kaybolmuş bir zaman diliminin kaybolmuş bir şarkısının o kaybolmuş satırındaki gibi telaşlı, ürkek, utangaç ve heyecanlı…

Güneş doğdu, yağmur çiseledi, çocuklar sokaklarda koşup durdu...Ama şimdi yaz bitti… Hadi herkes okula... Yeni umutlarla...


11 Nisan 2012 Çarşamba

A l p l e r : Bir Senaryo Dersi...

          29. İstanbul Film Festivalinde Köpek Dişi’yle tanımıştık Yorgos Lanthimos’u. 2 yıllık bir aradan sonra festivale Alpler filmiyle bu sefer konuk olarak da katılmış oldu. Köpek Dişiyle bizi koltuklarımıza bir süre çivileyen yönetmenin bu filmini de izledikten sonra artık hiç tereddütsüz bir Lanthimos sinemasından bahsetmek mümkün. Bambaşka açılardan farklı okumalara olanak tanıyan anlatım biçimiyle tüm kalıpları alaşağı etmeyi başarıyor yönetmen.

             

          Köpek Dişi çok ciddi bir proje olarak önümüze sunulmuştu. Hem görsel hem de işitsel hafızamıza  sert bir üslupla sinyaller yolluyordu. Ekstra diyalog kurgusundaki çarpık ilerleyiş onun sinemasına has bir üslup doğurmuştu. Ancak böylesine iddalı bir yapımın ardından bizi neyin beklediği de çok ciddi bir sorundu belki de. Ve bu yıl Alpler tüm heybetiyle karşımıza dikilmiş oldu. Hiç şüphesiz bu film, Köpek Dişi’nden bağımsız olarak değerlendirilebilecek bir yapım değil. Bir devam filmi ya da ikileme, üçleme tarzı bir serinin parçası da değil ama Lanthimos sinemasını anlayabilmek açısından peşpeşe değerlendirilmesi elzem yapımlar. Köpek Dişi özgürlüğün bile ne olduğunu bilemediğimiz bir dünyayı tasvir ederken Alpler özgür kaldığımızda sınırlarımızın çok daha daraldığını gösteriyor. Aslında özgürlük kavramının bu filmlerin içinde nasıl konumlandığına bakmadan önce Alpler’in derdinden ve çoğu sinema izleyicisinin hazmedemeyişinin temel noktalarından bahsetmek gerek. Alpler, konuyu anlatmaya başladıktan sonra detayları tamamen silerek, birçok noktayı da atlayarak hikayesindeki belirsizlikleri kuvvetlendiriyor. Bu yüzden belki de birçok kişiye göre özellikle ilk 45 dk sı tahammül edilmesi zor bir filme dönüşüyor. Filmin dinamosunu oluşturan bu bölüm izleyicinin beynindeki boşlukları tamamladığı sürece anlam kazanıyor ve geri kalan bölümünde ne anlatılmak istendiğine de yorum getirebilme şansı sunuyor. İlk 45 dk nın zorluğu bence yönetmen Lanthimos’un da rahatlığından kaynaklanıyor. Öyle bir film var ki karşımızda senaryo iki aşamalı olarak yazılmalı diye düşündürten bir öyküde tek katmanlı bir akış görüyoruz. Filmin diyalog kurgusu başından sonuna kadar tek bir çizgide akıyor. İzleyiciyi rahatsız eden, hiçbir şey algılayamamaya yönelten ya da anlamsız bir bütünmüş hissi verdirten de bu seyir. Gerçeğin ve oyunun sınırlarının çizilmediği Alpler dümdüz diyalog seyriyle seyirciyi ters köşeye yatırıyor yani. Lanthimos’un rahatlığı da tam bu noktada devreye giriyor. Köpek Dişi’ne göre kendini çok daha fazla rahat bırakmış yönetmen. Seyirci üzerinde yaratmak istediği sarsıntıyı Köpek Dişi’ne göre görsel yoğunlukta kullanmaktan ziyade düşünsel bir darbeyle indiriyor kafamıza. Maksimum görsel uç noktanın hemşire karakterinin beceriklilik ve güvenilirlik testine tabi tutulduğu sahnede yaşandığını görüyoruz. İşte iki film arasındaki bu net ayrım da seyirciyi ikiye bölebilecek cinsten. Aynı şeyi yaşamayı umut edenlere “alın size Alpler biraz daha fazla düşünün” diyor yönetmen. Lanthimos iki filminde de önce net bir açıklama getiriyor. Köpek Dişi’nde filmin isminin neden Köpek Dişi olduğu gibi Alpler’de de 4 kişilik bir ekipten oluşan grubun adının neden Alpler olduğu anlatılıyor. Ama iki filmin ismi de tamamen sembolik. Köpek Dişi yerine azı dişi de olabilecekken Alpler yerine Himalayalar da uydurulabilirdi. Bu da ne görmeyi hayal ediyorsak asla emin olmamamız gerektiğini bize gösteriyor.


          Ben senaryonun mucizevi tekdüzeliğinden biraz daha bahsetmek istiyorum. Ama buradaki tekdüzelik kavramının olumsuz bir eleştiri görmesinden öte aksine şaşırtıcı ve risk içeren bir teknik olduğunu hatırlatmakta fayda var. Filmin yarısından sonra hemşirenin annesiyle babasının arasında geçen diyalog bir sonraki sahnelerden birinde hemşire ve babası arasında da tekrarlandı. Tekrarlayan diyalog akışı aslında öğrenilen şeyleri yaşadığımızı vurgulamış olmasıyla alakalıydı. İşte şimdi özgürlük kavramına dönüş yapmamızın sırası geldi. Köpek Dişi’nde evin kızının köpek dişini kendi iradesiyle düşürmesinden sonra dış dünyaya çıkışı serbestleşiyordu. Alpler’de ise tamamen özgür bırakılmış bir hemşire karakteri var. Ama bu özgürlük onu başkalarının ölümüne sevinebilecek, bunu ticari bir metaya dönüştürebilecek bir karaktere büründürüyor. Hepsinden öte aileye sırt çevirecek özgürlüğü bile varken bağımlılığı tercih ediyor serbest kalan birey. Özgür olabilmek bunu doyasıya yaşayabilmek de çözüm olamıyor. Kieslowski’nin Renk Üçlemesi’nin ilk bacağı Mavi’deki başrol karakterimiz sinema tarihi boyunca bu konuya en etkili parmak basan karakter olmuştur. Yer yer bana Kieslowski’nin özgürleşebilme umutsuzluğunu da hatırlatan Alpler özgürlük, bir yere ait olabilme ve kendini ispat döngüsünde deliliğe doğru seyreden bir yapım. Bireyden yola çıkıp sosyal yozlaşma sorunsalına uzanan anlatım örgüsünde insan denilen şey aslında sadece hareket eden bir canlı, yaratık, belki de bir nesne olarak tanımlanıyor. Zincirleri kırmaya başladığımız an, deliliğe seyrettiğimiz ana tekabül ediyor. O kadar ağır ki bu sorunsalı perdeye yansıtmak. Böylesi karmaşık bir içeriği çok katmanlı bir senaryo kurgusuyla perdeye yansıtmak da çok büyük bir hata olurdu. Lanthimos neyse ki böylesi bir çıkmaza düşmüyor ve öyküyü bulanıklaştırmadan, detaylara inmeden anlatmayı tercih ediyor.
            Alpler eğer sizi içine çekebilirse tüylerinizi diken diken edebilecek bir film. Bir kimlik arayışının öyküsü. Ölüm duygusunun sıradanlaşması, insanların umutsuzluğunun bambaşka çözümlere ihtiyaç doğurmasının tasviri. Lanthimos bu ikinci filminde çok daha rahatlamış gözüküyor. İlk filme nazaran somut anlatımlar, görsel sarsıcı etki yaratacak sekanslar kullanmaktan ziyade düşünsel hafızamıza göndermeler yapıyor. Hemşire karakterinin amaçsızlığa doğru yöneldiği hareketleri, seyirci olarak bizleri de bir hayli rahatsız ediyor. Daha bir yakınımızdaymış hissini de beraberinde getiriyor. Film, başından sonuna kadar izlenmesi çok zor bir anlatım örgüsüne sahip. Sosyolojik bağlamda konuyu kavrayabilme yetisini zorunlu kılıyor. Ya da sıkı bir sinefil olmayı belki de. İzleyin ve görün. Karar sizin.

Yönetmen: Yorgos Lanthimos  

Oyuncular: Aggeliki Papoulia, Aris Servetalis, Johnny Vekris
Yapım: Yunanistan / 2011