31 Ocak 2009 Cumartesi

KENDİNE YABANCILAŞMAK
"Lost in Translation" Üzerine...
Sıradan yaşamların tekdüzeliklerini, karakterlerin sıkışmışlıklarını fark etmeden sürdürdükleri ilişkilerini anlatan filmler vardır. "The Squid and The Whale (2005)" de tekdüze Amerikan orta sınıf bir aile yapısı mercek altına alınır. Adam entelektüel ama bir o kadar sıkıcıyken kadın ise ilişkinin çarpıklığında ya da olması gereken her neyse vardığımız noktada umursamaz bir görüntü sergilemektedir. Çocuklar ise oradan oraya savrulmaya mahkum olduklarını bize film başlar başlamaz hissettirirler. Mekan bize hiç de uzak değil. Sürekli evlerimizde televizyonu açtığımızda, sinemaya gittiğimizde gördüğümüz bir Hollywood filminde aşina olduğumuz caddeler, evler ve insanlar. İşte bu noktada filmin beslenmeye ihtiyaç duyduğu yabancılaşma hissi bir başka Amerikan bağımsızında hayat buluyor. Daha doğrusu hayat bulmasına imkan verilen bir platformda fazla suya sabuna dokunmadan sorgulanıyor.

 
                           

Lost in Translation, fotoğrafçı eşinin iş seyahati vesilesiyle kendini Tokyo’da bulan bir kadınla ünlü bir reklam yıldızının tarifi zor ilişkilerini beyazperdeye taşıyor. Öncelikle belirtmeliyim ki kendine, çevredeki diğer insanlara yabancılaşma kavramı Japonya’nın klostrofobik atmosferiyle öyle bütünleşmiş ki Sophia Coppola’nın diyaloglardaki kopukluk ve gereksiz laf kalabalığına izin vermeden karakterler üzerinden hikayesini anlatmaya çalışması izleyiciyi yormadan kendinden emin bağımsız bir film çıkarmış ortaya.

Scarlett Johansson’un canlandırdığı Charlotte, filmin başlarında bize eşinin başarısının arkasında gittikçe silikleşmiş, özgürlüğüne aç bir kadının çaresizliği, iletişim özlemi ve sevgisizliği üzerine kurulu bir portrenin tasvirini yapıyor. Gerçi filmin başında neyse sonunda da farklı bir şey yok. Arada bir yerlerde yaşananlar Tokyo’nun Charlotte’nin üzerinde yarattığı etkinin yanında bütünleyici bir unsur. Bob Harris’in tarafından baktığımızda da durum böyle. Filmde benim asıl ilgilendiğim şey ise yabancılaşma kavramının ustaca ve o kadar yalın bir dille – ki dili bile karmaşıklaştırmasındaki basitliğiyle – alakalı.

Sözlerin bile bittiği bir yer vardır. İşte o zaman her şey kendini tekrar eder, sürekli başa döneriz ve bu da insan beynini çok fazla yorar. Reklam çekimleri esnasında Bob’un fotoğrafçı ve fotoğrafçıyla arasında bağlantı kurmaya çalıştığı çevirmenle yaşadığı diyalog karmaşası, bize kültürel farklılaşmadan tutun en basiti insanın kendi ağzından çıkan sözcüklere dahi ne denli uzaklaşabileceğinin kanıtı. Birileri sizi ne kadar iyi tanıyor olursa olsun, ne kadar popüler olursanız olun ifade etme noktasında tıkandığımız zaman gücümüzün de yavaş yavaş çekildiğini hissederiz ki bu sahne de olayın gelmiş olduğu vahim durumun çok basit simgesel bir tasviri sadece. Takip eden sahnelerde de çeviride yaşanan kayıplar mizahi bir üslupla ve Bill Murray’ın kusursuz performansıyla resmedilmiş.

Bob, hayatta bi çok şeye sahiptir. Ama maneviyata dönük tamamlanması, eksikliğinin varlığını kendine itiraf edebilmesi gereken çıkmazları da sahip olduğu maddi imkanların ve şöhret olmanın verdiği avantajların yanında önemli unsurlar olarak kendini gösterir. Maketten yapıldığı izlenimini veren şehrin ortasında, otelde karşılaştıklarında yaşanılan eksiklik ve açlık duyguları da peşi sıra daha da belirginleşecektir. Kadının yalnızlığından ve bir türlü hayatta bir şeylere tutunamayışından kaynaklanan isteksizliğiyle, Bob’un monotonlaşmış yaşamından kurtulup nefes alabilme ihtiyacı; bu iki insanın bir şeyleri paylaşabileceklerini kendilerine itiraf edebilmelerini sağlamada önemli rol üstlenir. Görünen odur ki yakınlaşmaktan başka çare de yoktur. Her şeyin yolunda gitmesi için mutlu bir evlilik ve dokunaklı bir baba oğul ilişkisi de yeterli olamayabilir. Fedakarlık yapılan bi çok şeyden zihinsel olarak arınmanın yanı sıra fiziksel olarak da yalıtılmışlık hissi Bob’un eksik parçaları zamanla tamamlamaya başlamasına yardımcı olur. Filmde Japonlar ve bu iki karakter arasında geçen zoraki iletişim ve çoğu zamanda da mecburi iletişimsizlik öyle bir hal alır ki bir süre sonra Charlotte ve Bob’u aynı karede gördüğümüz zamanlarda da havada asılı kalan bir çok cümleye tanık oluruz. İşte bu noktada da yabancılaşmanın, tamamen anlamadığımız bir dil üzerine temellendirilmesinden öte bir boyutta olduğunu görürüz. Hayata ve bize öğrettiği kurallara, gelenekçi yaklaşımlara dair sorgulamaktan ve bunun sonucunda hissettirdiği hapsolmuşluk hissinden daha fazla nasibini aldığını fark ettirir bize.


Sıkı bir film duruyor karşımızda. A dan Z ye insanoğluna dair hissedilebilecek tüm duyguları filmde yakalamak mümkün. Ama bu duyguların neredeyse tamamının farkında değildir karakterler. Ucu açık soruları bolca soran ama tüm bunları samimi bir dille anlatarak görsel naifliğinden beslenen Lost in Translation, çağımıza dair insan denilen kara kutunun karmaşasını başarılı bir şekilde gözler önüne seren bir yapım.

Görkem (Puan: 100 üzerinden 79)

 Yönetmen: Sofia Coppola
Senaryo: Sofia Coppola
Görüntü Yönetmeni: Lance Acord
Müzik: Brian Reitzell, Kevin Shields
Yapım: 2003, ABD, Renkli


29 Ocak 2009 Perşembe

TEĞET GEÇEN "VİCDAN"
Vicdan Üzerine

Kirli ellerinizle ya da parçalanmış tırnaklarınızla hayata ne kadar tutunabilirsiniz? Ortalama olarak bir cevap vermek zor. Canınız acıyana dek, yüreğiniz elinizde adeta merhamete aç bir şekilde kıvranıp durursunuz.

Erden Kıral, “Bereketli Topraklar Üzerinde”(1979) nin o kendine has doğallığıyla ön plana çıkan anlatımını mekan tasarımı konusunda yine bir o kadar sağlam olan son filmi Vicdan’da da yakalamayı başarıyor. Fabrikada çalışan işçilerin makine sesleri içinde şehir insanına uzak görüntüleriyle açılan filmin en güçlü dayanaklarından biri sanat yönetmenliği. Tasvir edilen karakterlerin üzerinde kullanılan ışıktan, kostümlerden ve gerçekçiliğiyle ön plana çıkan basık mekanlardan son derece doğal bir iklim yaratılmış. Ancak oyuncular açısından çok ince bir çizgide Vicdan. Hazmedilmesi zor karakterler ne kadar iyi oyunculuklarla şekillendirilmeye çalışılsa da senaryonun kendi içindeki kopukluğu yüzünden yanlış anlamların oluşması ve filmin yanlış yönlere kayması engellenememiş. Kıskançlık kriziyle çocukluk arkadaşına sığınan Songül’ün psikolojisini net çizgilerle tanımlamak olanaksız. Kimine göre Mahmut’u kıskandırmak için oynanan oyunun kurbanı olan bir kadın, kimine göre yıllardır sevdiği kadına arkadaşlıktan öte duygusal bir yakınlaşmaya cesaret edememiş bir kadının öyküsü, kimilerine göre ise bu iki tezden de bağımsız olarak sadece huzurun, dört duvar arasına hapsedilmişlikten kurtulmanın isteği var karşımızda. Tüm bu sorulardan ötürü Tülin Özen’in canlandırdığı Songül karakterinin çözümlenmesi zor psikolojik derinlikler içerdiğini düşünüyorum. Eğer bu karmaşa, yanında vasat bir oyunculuğu da beraberinde getirmiş olsaydı filmin zayıf yönlerinde de önemli bir göze çarpma hissedilecekti. Tülin Özen son derece abartısız ve içten oyunculuğuyla yeteri kadar karmaşık olan karakterini en üstün performansıyla canlandırmış.

Nurgül Yeşilçay ise çocukluk arkadaşının eşiyle gizli bir ilişki yaşayan; kasabanın rahat, dikkatleri üzerine çeken, Mahmut’un ise ona sahip olma gururuyla sadece ilişki yaşanabilecek gözüyle baktığı bir kadını canlandırıyor. Aydanur ve Songül’ün yaşamış olduğu ilişkide Aydanur’un açısından bakıldığında içten içe bir vicdan hesaplaşması olduğu düşünülebilir. Ama bu noktada eğer böyle bir hesaplaşma varsa – ki olduğunu zannetmiyorum – senaryo ve kurulan mizansenler oldukça eksik. Aydanur, pişmanlıklardan ziyade arkadaşına gösterdiği ilgi ve şefkatle, Songül’ün eşi üzerinde yaratmak istediği etkinin aynısını, aynı yöntemlerle Mahmut’a karşı yapıyor.



Filmin belli bir noktasından sonra iki kadının, erkekler olmadan da hayatın tadını çıkarabileceklerini, ayakta durmaya cesaretleri olduğunu görüyoruz. Ama olması gereken doğal oyunculuk formatları düğün sahnesiyle birlikte düğümleniyor. Düğüm, bu sahneden sonra çözümlense de nedeni çok da kavranamayan grotesk dans sahnesi filmin ortasına damgasını vuruyor. Aydanur ve Songül bambaşka bir özgürlükte kendi dünyalarını yaratmış olsalar da görsel açıdan kusursuza yakın mekan tasarımlarının içinde iki karakterin dansları oldukça sırıtıyor. Bu noktada yönetmenin daha sonraki vicdan sorgulamasında geriye dönüşlere başvurması için tasarlanmış bir sahneden çok da öteye gidemiyor. Bu kadar basit değilse bile işlevini yerine getirememiş ama seyirciye sarsmaya çalışmış bir sahne olarak göze çarpıyor.

Vicdan’ın en büyük handikapı filmin isminde gizli. Mahmut’un vicdanının sızladığının zorlama birkaç sahneyle anlatılmaya çalışılması, yetersiz bir oyunculukla biraraya gelince Songül karakterinin içine düşmekten kurtulduğu çıkmaza Mahmut düşüyor. Anlatılmak istenen bir şeyler varsa vicdan kavramına dair Erden Kıral teğet geçmiş ve anlatılan öykünün önemsizleşen unsurunu filmin ana teması olarak şekillendirmiş.


Aslında film her an karşılaşılabilecek yaşanmışlıklara ayna tutuyor. Bir erkeğin gözünden evlenilecek kadın ve gönül eğlendirilecek kadın cinsinden kalıplaşmış ayrımlar var. Erkek, ikisinden de vazgeçemez. Mutluluğu arayan kadın da her türlü yaşam biçimine bilinçsizce ayak uydurmaya çalışır. Tıpkı Bereketli Topraklar Üzerinde’de Fatma’nın kendisine mutluluğu vaat edebilecek her erkekle cinsel ilişkiye girebileceği gibi Vicdan’da da Aydanur, inanmadığı bir yaşam biçimine rağmen sevmediği erkekle evlenir. Bunun hata olduğunu da erkek fark eder. Buradan da anlaşılacağı üzere Erden Kıral, yaşadığımız coğrafyanın ataerkil düzeninin oluşumunu kadın üzerinde kurulan hakimiyetten yola çıkarak anlatmaya çalışmış. Ve bu noktada da iyi bir gözlemci olduğunu kanıtlayıp gelenekçi bakış açılarını gelenekçi olmayan bir dille gerçekçi bir yaklaşımla anlatıyor.

Avcı(1997)’da bizi iki öyküden biri arasında seçim yapmaya zorlayan Erden Kıral, bu kez kendi tercihini bize sunuyor. Raşit Çelikezer’in kaleme aldığı Vicdan, yönetmenin bize şimdiye kadar anlatmış olduğu hikayelerin arasında senaryo bazında en zayıf olanı. Ama tüm filmlerinde ortak olan bir özelliği var ki o da hangi oyuncularla çalışacağını çok iyi bilmesinde saklı. Nurgül Yeşilçay’ın iddialı, Tülin Özen’in ise aksine bir o kadar yalın oyunculuğu sayesinde son dönem Türk sineması adına hatırı sayılır bir övgüyü hak ediyor Vicdan.

(19/01/2009)

Görkem (Puan: 100 Üzerinden 55)

Yönetmen: Erden Kıral
Senaryo: Raşit Çelikezer
Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Murat Han, Tülin Özen
Yapım: 2008, Türkiye

26 Ocak 2009 Pazartesi

HANGİMİZ DELİ?

"One Flew Over The Cuckoo's Nest" Üzerine...
Guguk Kuşu


Her şeyin bir nedeni olduğuna inanmak kimi zaman işe yarar. Yaşanmışlıklar ve karşıt fikirlere olan bağlılık başka bir oluşumda hayat bulabilir. Milos Forman’ın Ken Kesey’in kitabından uyarladığı, Türkçeye Guguk Kuşu olarak çevrilen filmine ışık tutabilmek açısından yazarın hayatı oldukça iyi bir referans. “One Flew Over The Cuckoos Nest” in yazarı Ken Kesey, süt fabrikasında çalışmakta olan bir babanın oğluyken burslu olarak Stanford üniversitesinde okuma fırsatını yaratır. 1960 Hippi kuşağının temsilcilerinden olan, üniversite yıllarında para kazanmak için üzerinde lsd ve meskalin gibi uyuşturucu maddelerle ilgili testler yapılmasına izin veren bir kobaydır aynı zamanda. Tabii bir otobüsü boyayıp, içine hippileri doldurarak şehir şehir gezen ve Vietnam yürüyüşlerini organize eden biri olduğunu da es geçmeyelim. Tüm bunlar, filmde anlatılanların yaşanmışlık boyutunu da algılamamıza yardımcı oluyor. Yaşadığı hayata dair uzun uzun söylemleri olan Kesey’in romanı, Milos Forman’ın kamerasında farklı bir şekilde dile geliyor.



Guguk Kuşu, bulunduğu mekana ait olmayan ama her şeye rağmen yaşamaya devam eden bir kuştur. Ken Kesey de yaşadığı mekanlara ait olmayan karakterini McMurphy ile birleştirerek sistemsel eleştirisini ironik bağlamda kaleme alıyor. Milos Forman, cezaevinden kurtulmak için akıl hastası numarası yapan McMurphy’i kariyerine sağlam adımlarla devam edecek olan Jack Nicholson ile perdeye yansıtmış. Aslında tüm karakterlerin temsil ettikleri özellikler var. McMurphy, bazı aksaklıkların farkında olan ve hep birileri için çabalamayı ilke edinen mücadeleci bir ruh. Musluk sahnesinde girdiği iddiayı kaybettikten sonra sarf ettiği “en azından denedim” cümlesiyle de zaten hayata karşı duruşunu kısaca özetlemiş oluyor. Önemli olan her zaman başarılı olmak değildir. Önemli olan yılmamak ve karşıt duruşlara açık olmaktır. Hemşire Ratched ise bizi yöneten, demokrasi kavramının bile aslında bir kandırmacadan ibaret olduğunu fark edemememizi sağlayan en büyük söz sahibi unsur.



Filmin metaforik anlatımındaki evrensellik belki de klasik bir film olabilmesindeki başlıca etken. Akıl hastanesinde başlarda basit görünen bir olay, gittikçe karmaşıklaşan ve kaosu kaçınılmaz kılan olaylar örgüsüne dönüşür. İnsanlık tarihi boyunca hüküm süren esirlik, özgürlük, mücadele gibi kavramlara ışık tutan ve izleyenleri kendi sorumluluklarıyla yüzleştiren bir film Guguk Kuşu. Yönetmen, bu kadar derin bir olayı dört duvar arasına hapsedilmiş akıl hastalarından yola çıkarak anlatırken simgesel yöntemlerin etki alanını da genişletiyor. Hemşirelerin her gün belirli aralıklarla hastalara verdikleri uyuşturucu ilaçlar şüphesiz yazar Kesey’in yaşamış olduğu kobaylık deneyimlerinin psikolojik ve toplumsal dışavurumu. Akıl hastanesinde yaşayanlar seçme şansları olmasına rağmen seçemiyor, kendi tercihleri hakkında fikir sahibi bile olamıyorlar. Çünkü başkaları her zaman onların adına kararlar alıyor. Zamanın hızla ilerlediği, karar vermek için uzun süre düşünmenin bile vakit kaybı olduğu varsayıldığında en kötüsü farkında olup ses çıkarmamak belki de. İşte bu noktada da Şef Bromden karakteri, bizi suskunluğuyla sarsarak izleyici olarak anlatılanları kendi hayatlarımızla paralel bir noktada görmemizi sağlıyor. Ama bunu bizim algılayışımızla doğru orantılı bir şekilde yapıyor. Bromden’in farkındalığını filmin sonuna doğru görmemiz, insanoğlunun tükenme noktasında gözlerinin açıldığına ama yine de kendini susmaya mahkum hissettiğine işaret. Bromden, McMurph’nin bile göremediği bir çok şeyin farkındadır. Deliyi deliye şikayet etmek bir işe yaramaz. Devrim, insanın önce içinde başlayan bir başkalaşma –başkaldırma- sürecidir. Zaten Bromden de bunu fark ettiği için susmanın, boyun eğer gibi görünmenin kendi isyanının bir parçası olarak görür. McMurphy ise acı çeker ve Bromden’e göre en büyük bunalım da onun yaşadığıdır. İşte bu noktada filmin akıl hastanesindeki diğer insanlara karşı göstermelik tedavi çabaları, kendini gerçek bir hastayla baş başa bırakır. McMurphy, tedavi olma noktasına işte şimdi gelmiştir.
1975 yapımı filmin etkileyici anlatımını evrensel söylemine borçlu olmasının yanı sıra sinema tarihinin en sinir bozucu ama oldukça kararlı oyunculuğunu sergileyen Louise Fletcher’ı da unutmamak gerek. Hemşire Ratched ve McMurphy arasında geçen iktidar savaşında birbirinin karşısındaki taraflar arasındaki mücadeleyi Fletcher’ın uyumlu oyunculuğuyla izliyoruz. Danny De Vito, Chiristopher Llyod ve Vincent Schiavelli ise özellikle yüzlerini görmenin mutluluk vesilesi olduğu yan karakterlerden.



Her yönüyle aslında sinemada anarşizmin dozunu ve mütevazılığını sergileyen arşivlik bir film bizi selamlıyor. Aldığı ödülleri de sonuna kadar hak etmesine pek fazla yapılacak bir yorum yok. Peki, her şeyden öte biz neyin farkındayız? Ya da biz de mi susuyoruz? Yoksa yöneten tarafta mıyız? Tüm bu sorular, filmin son sahnesinde daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Milos Forman’ın otuz beş yıl önce Ken Kesey’in kendine dert ettiği toplumsal eleştirilerini anlattığı kitabından yola çıkan hikayesini perdeye taşıması şüphesiz birçoğumuzun sisteme karşı rahatsızlığının olduğunun apaçık göstergesi. Ama 35 yıldır aynı rahatsızlığı yaşıyor ve gelecekte de yaşayacak olmamızdandır ki film hala modern ve sosyolojik bir referans olma özelliğini koruyor.

(25/01/2009)
Görkem (Puan: 100 Üzerinden 85)

Yönetmen: Milos Forman
Senaryo: Bo Goldman, Lawrence Hauben, Ken Kesey(Kitap)
Görüntü Yönetmeni: Haskell Wexler
Müzik: Jack Nitzsche
Oyuncular: Jack Nicholson, Louise Fletcher, William Redfield, Michael Berryman, Peter Brocco, Danny De Vito, Chiristopher Lloyd, Vincent Schiavelli
Yapım: 1975, ABD, 133 dk, Renkli