25 Aralık 2010 Cumartesi

2010görkem'inen'leri

2010 bitmek üzere. Giderayak her yerde yılın en'leri listeleri de yapılmaya başlandı. Eeee ben de bu hadiseye kanalize olmaktan kendimi alamıyorum ve alternatif bir liste sunuyorum sizlere.

!f İstanbul 2010 un En İyisi: Samson & Delilah


Yönetmen: Warwick Thornton
Senaryo: Warwick Thornton
Oyuncular: Rowan McNamara, Marissa Gibson, Mitjili Napanangka Gibson
Yapım: 2009, Avustralya














29. Uluslararası İstanbul Film Festivalinin En İyisi: Köpek Dişi




Yönetmen: Giorgos Lanthimos
Senaryo: Efthymis Filippou, Giorgos Lanthimos
Oyuncular: Christos Strergioglou, Michele Valley, Aggeliki Papoulia, Mary Tsoni, Hristos Passalis
Yapım: 2009, Yunanitan













Filmekimi'nin En İyisi: Room in Rome


Yönetmen: Julio Medem
Senaryo:Julio Medem
Oyuncular: Elena Anaya, Natasha Yarovenko
Yapım: 2010, İspanya
















Oscar Adaylarının En İyisi: District 9

Yönetmen: Neill Blomkamp
Senaryo: Neill Blomkamp, Terri Tatchell
Oyuncular: Sharlto Copley, Jason Cope, Nathalie Boltt
Yapım: 2009, Yeni Zelanda

Türk Sinemasının En İyisi: Kosmos


Yönetmen: Reha Erdem
Senaryo: Reha Erdem
Oyuncular: Türkü Turan, Sermet Yeşil, Hakan Altuntaş, Murat Deniz
Yapım: 2009, Türkiye












Vizyondaki Amerikan Filmlerinin En İyisi: Inception


Yönetmen: Christopher Nolanc
Senaryo: Christopher Nolan
Oyuncular: Leonardo Di Caprio, Ken Watanabe, Joseph Gordon - Levitt, Marion Cotillard
Yapım: 2010, ABD - İngiltere















Yılın En Büyük Hayal Kırıklığı: Serseri Mayınlar

Yönetmen: Ferzan Özpetek
Senaryo: Ivan Controneo, Ferzan Özpetek
Oyuncular: Riccardo Scamarcio, Nicole Grimaudo, Alessandro Preziosi, Lunetta Savino
Yapım: 2010, İtalya


Avrupa Sineması Özel Ödülü: Beyaz Bant




Yönetmen: Michael Haneke
Senaryo: Michael Haneke
Oyuncular: Christian Friedel, Ernst Jacobi, Leonie Benesch, Ulrich Tukur
Yapım: 2009, Avusturya - Almanya - Fransa - İtalya

15 Eylül 2010 Çarşamba

ayarsızyazılar 1
derbeder oldum derbeder


Aslında hep aklımızın bir taraflarında tuttuğumuz ama hatırlayabilmek için de hafızamızı biraz zorlamak zorunda kaldığımız filmleri farklı bir konseptte birleştirmek istiyorum. Türk sinemasında önemli bir yeri vardır bazı ağdalı arabesk yapımların. Yıllar sonrasında Ertem Eğilmez'in Şener Şen ve Müjde Ar’lı “Arabesk” filmine de ışık tutacaklardır ne de olsa. İsterseniz enteresan bir bakış atalım ve yorumdan da öte hafızalarımızı zorlayalım.

İyi bildiğim ve hatta türüne göre iyi diye bile nitelendirebileceğim bir filmle başlamak istiyorum. Temel Gürsu’nun Derbeder filmi. Aslında hemen aklınıza da gelebilir. Şöyle ki:

Ferdi yine fakir ama gururlu yağız delikanlıdır. Canan ise Ferdi’nin büyük aşkı olmanın yanı sıra saf, temiz, koklanmamış bir güldür adeta. Nasıl olduysa bir şekilde Ferdi Canan'dan bir süreliğine ayrılmak zorunda kalır ve asker arkadaşı (Enis Fosforoğlu) vesilesiyle Canan'a mektuplar yazar. Ama Ferdi'nin asker arkadaşı iki yüzlü ve kalleş olduğu için Canan’a göz koymuştur. Bu yüzden mektupların hiçbirini Canan'a vermez. Canan da bir şekilde Ferdi’nin kendisini başka bir kadınla aldattığına inandırılır. Bu kısım nasıl gelişiyor hatırlayamıyorum. Ama Canan da hayatındaki en büyük ikiyüzlülüğü yaparak Ferdi'nin asker arkadaşıyla evleniyor. Düğünde olay çıkıyor ve Ferdi kendini yerlere atıyor. O sırada resmen yabancılaştırma efekti gibi 10 dk. lık bir sahne geliyor. Ferdi çölün ortasında takım elbisesiyle yapayalnızdır ve arabesk bir şarkı söyleyerek isyan eder. Bu sırada çölde gelinliğiyle Canan görünür. Ferdi sürekli Canan'a dokunmaya çalışır ama canan çoktan yoldan çıkmıştır ve bunun vermiş olduğu kendince haklı gururla Ferdinin görmüş olduğu bu rüyada sürekli görünüp kaybolmaktadır. Sonra birden yıllar geçer, Ferdi zengin olur mal mülk her şey gani gani dir. Film ya işte Canan ve kocası da sefalete düşmüş ve evlerini satmak zorunda kalmışlardır. Tabiiki Cananların evini Ferdi alır. Ama hala gururlu olduğu için evin tapusunu onların suratına fırlatır. Ve Canan’ın kocası Canan’ı Ferdi’ye peşkeş çeker. (Bu ifade tamamen film karakterlerinin ağzından çıkmıştır) Bu sahnelerde hüzün doruğa çıkmıştır. Canan, Ferdi’nin kayalıkların dibindeki evine gelir ve hönkürerek, böğürerek ağlamaya başlar ama Ferdi onu dinlemez ve çeker gider. Canan da kendini kayalıklardan atar ve yine kendini intihar eder. (Kendini intihar etmek gibi yanlış bir tabir de işte böyle durumlar sayesinde meşrulaşmıştır.) Ferdi koşar ama yetişemez. Büyük aşk Canan'ın ölümüyle son bulur.


Tüm bunlar inanılmaz bir kurgu örgüsüyle önümüze sunulur. Son sahnede Canan’a öylesine üzülür hatta acırız ki Ferdi’ye söylediği sözler beynimize işler. Canan Ferdi’ye eşinin kendisini ona gönderdiğini,isterse kendisini satın alabileceğini söyler. Tabiiki tüm bunlar olurken Ferdi yıllarca (her Türk filminde olduğu gibi) Canan’ın bir perdenin arkasına gizlemiş olduğu kocaman siyah beyaz resmine bakmıştır. Film, çok da derdi olmasa da dibe vuran bir kadın portresi de çiziyor. Dönemin titrek dudaklı, toplumda pek de hakimiyeti olamayan bir kadın.

Ablamla yaşadığım, çocukluğumun en saf taraflarından birine ışık tutar bu film aynı zamanda. Ferdi’nin sevdiği kız ölünce ablam günlerce yas tutmuş. Ferdi artık yalnızdır ve ablam da Ferdi’yle evlenmek için ağlayıp sızlar. Küçücük bir kızın Almanya’da izlediği ilk Türk Filmi’nin Derbeder olduğunu düşünürsek gayet sarsıcı bir durum sanırım. NOT: "Derbeder" filmi Türkan Şoray'ın oynadığı meşhur Sultan filmine de konu olmuştur. Sultan filminde bütün kadınlar toplanıp sinemaya giderler. Hatta içlerinde hamile bir kadın vardır. Herkes izlediği filmde salya sümük ağlar hatta kadın filmi izlerken doğum yapar. İşte "Sultan" filminde herkesin sinemada izlemek için ölüp bittiği film DERBEDER dir.


Görkem


http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/


Yönetmen: Temel Gürsu
Senaryo: Erdoğan Tünaş
Görüntü Yönetmeni: Muzaffer Turan
Müzik: Ferdi Tayfur
Oyuncular: Ferdi Tayfur, Canan Perver, Enis Fosforoğlu, Mümtaz Ener, Hüseyin Peyda, Sevda Ferdağ
Yapım: 1977, Türkiye, Renkli

31 Ağustos 2010 Salı

Kalmak İçin Gitmek
Revolutionary Road
Sana Özel...

Sözlerin boğazınıza düğümlenmesi gibidir hayat. Her yutkunuşta acı verir. Sarılmak bu kadar mı zordur öteki zamana? Yoksa geri kalmak mıdır iç çekişin sinsiliğinde hayat. Uzun mudur hayat, yoksa çığlık atana dek mi süreriz kervanımızı? Yol upuzun oysa ki... Sonunu görmek mümkün olmuyor. Yolun sonuna koşabilmektir yalnız kovboyların derdi. Hayat bir iç çekiştir yeri geldiğinde. Sabırsız, yer yer de dingin. Kana kana su içmenin keyfidir umuda sarılmanın verdiği haz. Ya da karda açan bir çiçeğin sessizliği, gülümseyişi, titreyişi... Hayat, sonsuz bir uçurumdur... Döner durur kendi içine...


Revolutionary Road iki kere izlemiş olduğum bir filmdir. Hayat kendi içine evrilirken sinemanın buna kayıtsız kalamayışının kanıtı. Her anı gerçektir. Ya da gerçeğin bu olduğuna şartlanmışızdır. Sanırım kitabi bir eleştiri yapamayacağım bu film hakkında. Şeffaf olan bir şeyler var ya da her şey şeffaf. İçinize işliyor ya da benzer durumlara gebe kalmışsa sizin de hayatınız içinize işlemekten başka da çare kalmıyor. Filmde Amerikan Banliyo yaşamına dair, süslü tekdüze hayatlara dair bir eleştiri var. Sam Mendes sanki anlattığı konuda ihtisas yapmışçasına döktürüyor. Filmin sosyolojik boyutundan da öte psikolojik tespitleri, bu tespitleri ifade edişi her sahnenin altını sağlam bir şekilde dolduruyor. Komşu misyonunun ya da o dayatılmış misyonun katkısı da usataca işlenmiş. Kate Winslet ve Leonardo Dicaprio da döktürmekten öte kariyerlerinin zirve noktasını çizmiş oluyorlar. Titanic sonrası gözlerimiz de yaşarmıyor değil bu uyumlu çifti gördüğümüz zaman. Kitap uyarlaması olduğu aslında her halinden belli olsa da bunun altından ustaca kalkmış yönetmen.


İnsanın kendi gerçeğini çizmesi üzerine bir film aslında Revolutionary Road. Dış faktörlerin insan psikolojisine ne derece etki ettiğine işaret ediyor. Pencereden esen buz gibi bir rüzgar misali. Aslında her şeyin özünde de o buz gibi esen rüzgara verilen tepki yatıyor. Sözde gerçeklikleri ne derece arkamıza alabildiğimiz, söylenen sözleri, sosyal statü diye konumlandırılan ünvanların ezici gücünü ne kadar göz ardı edebildiğimizle alakalı anlatılanlar. Birilerine kulak asmanın saçmalığı, gitmenin bi noktada kalmak, kalmanın da bi noktada da gitmek olduğunu görememenin cehaletini duyumsatıyor. Rovolutionary Road derdini çok aşan bir üsluba sahip: "Herkes boşluğa düştüğünü fark eder ama umutsuzluğu görmek cesaret ister." Durup düşünmek düşündükçe daha derin anlamlar aramak amacıyla ustaca çalışılmış replikler bunlar. Gerçi kitabın yazarı Richard Yates in sayesinde vücut bulmuş bir anlatımdan bahsediyoruz. Ama Sam Mendes daha iyisini yapamazdı sanırım. Nuri Bilge Ceylan'ın Üç Maymun'da beni yüzleştirdiği, gerçek dediğim olgu bu filmde tamamen altüst oldu. Aile ne olursa olsun dimdik ayakta duran, tüm sırların, yalanların tek bir potada eritildiği yarı saha maçıyken Sam Mendes aile içinde aile yaratmış. Bir şey içinde başka bir şey var yani. Daha da özüne iniyoruz sosyal statülerimizin. İşte indiğimiz o en derin çukurda da varoluşumuz yatıyor çırılçıplak bir şekilde. Umutsuzluğu görmek cesaret istiyor, büyük zorluklara katlanmak gerekiyor. Aynı zamanda gitmenin kalmak olduğuna dikkat çekiyor. Hayatta kalmak zor bir uğraşken gitmek de zorlaşıyor. İçiçe geçen bir takım gitgelleri tasvir ediyor film.


Kate Winslet beyazperdede hayatının performanslarından birine imza atmış. Kavga sahnelerinde yaratılan gerçeklik, aslında hepimizin somut anlamda ya da içsel olarak kendi kendimizle yaşadıklarımıza ayna tutuyor. Başlarda iki kişilik bir dünya tasavvur edilirken dakikalar aktıkça filmi izlerken bu dünya da küçüldükçe küçülüyor. Filmde fonda da iki adet çocuğu var başroldeki çiftimizin. Ama bu çocukları doğru düzgün perdede göremiyoruz. Daha doğrusu bize pek gösterilmiyorlar. Kendimiz olabildiğimiz noktada çocuklar da silikleşmeye başlıyor. İsteklerimiz, hayallerimiz, umutlarımız olunca asıl önemli olan kendimizi buluyoruz ve bizden diye atfedilen parçalarımız silikleşiyor. Filmde çocukların pek görünmeyişi de anlatılmak istenen vahim durumu daha iyi kavrayabilmemiz açısından yerinde bir tercih olmuş. Şayet gelmek üzere olan üçüncü çocuğu hiç görmesek bile varolmaya başlaması ve hakkında konuşulanlar sayesinde dehşete kapılıyoruz. İnsanoğlu'nun varoluşu başkalarının zorlamalarından, gelenekçi yaklaşımların oluşturduğu dayatmalardan, kendimiz olamayıp esir kalmış ruhlardan ibaretmiş meğer. En kötüsü ve her şeyi özetleyen de aslında sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylerin aslında bize sahip olmasından kaynaklanıyor oluşuymuş meğer. Oturduğumuz ev, sahip olduğumuz araba, koltuklarımız, değerli mücevherlerimiz, takım elbiselerimiz, çocuklarımız.... Aslında her şey bizi esaretin gölgesinde bırakmaya başlamış. Umutsuzluk da işte yavaş yavaş tüm bunların farkedilebildiği noktada kendisini göstermeye başlıyor. Cesareti de farkındalığından alıyor. April'in ölüme doğru yol aldığı sahne ve hemen sonrası yüreğimi sızlattı. Farkedemediğim bir noktaya taşıdı beni. Bu da cinsiyetsizlik aslında. Film karı - koca misyonunu somut anlamda apaçık gösteriyor olsa da anlatılmak isteneni kavradıktan sonra hepimizin aslında birer et parçası olduğumuzu fark etmemizden öteye geçemiyor. Kadın ya da adam, ya da yoldan geçen biri, eve giren deli - ki aslında kim deli? - gibi gibi bir sürü cevapsız ama kimliksizliğin eşiğine gelmiş sır gibi saklanan bir cinsiyetsizlik.


Revolutionary Road tam da anlatmaya çalıştığını anlatmış, izleyenleri kilitlemiş dediğimiz yerde biraz gereksiz bir biçimde uzamaya başlıyor. Frank'in hastaneden çıkıp caddede koşmaya başladığı sahnede her şey çözümlenmişti aslında ve burda da ekranın kararması gerekiyordu. Ama ardarda bir dizi zorlama kapanış sekansı daha geldi. Wheeler ları efsaneleştirme çabası olmamış. Wheeler lar silinmeye mahkum karakterleri oynamamışlar mıydı film boyunca. Gerçi tam olarak bu hükme de karşı çıkan sahneler de yoktu. Ama şekil itibariyle Avrupa Sineması'na çok çok yakın duran bu film final itibariyle de netleşmeye mahkum olmamalıydı. Filmle ilgili tek rahatsızlık duyduğum nokta bu, yani Kate Winslet'in perdeden ayrıldıktan sonraki tüm sahneleri. Ama her şeye rağmen yıkılamayan tabular aslında kendi özümüzde başlıyormuş fikri güzel işlenmiş.

2009 KIŞ... BİR KARTEPE GÜNÜ... YARINLAR UMUT DOLU OLMALI...

İzlemesi zor bir roman ve okuması da oldukça zor bir film Revolutionary Road. Son yılların en başarılı Amerikan filmi. Bağımsız olmayan ama bağımsıza en yakın duran, Amerikan yaşam tarzını eleştirirken Avrupa'nın yozluğuna da ışık tutan bir film...
görkem

Yönetmen: Sam Mendes
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Kathy Bates, Kathryn Hahn
Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins
Senaryo: Justin Haythe, Richard Yates (Kitap)
Müzik: Thomas Newman
Yapım: 2008, ABD/İngiltere, Renkli

22 Temmuz 2010 Perşembe

yeniden ama yenilenemeyen haliye bir Ferzan Özpetek filmi:
"mine vaganti"

"Caddelerinde kızlarla oğlanlar, oynaşıyordur şimdi hem de nasıl
Başlayan, biten tazelenen aşklar... Başlıyor Önümüzde yeni bir fasıl..."

Sezen Aksu'nun bu dizeleriyle noktalanıyor Serseri Mayınlar. Belki kendinden emin bir duruşla belki de sindirilememiş öfkesiyle. Hayata karşı tek tabanca olmaya mahkum edilmiş insanlarıyla ve onların danslarıyla kendi içine çekiliyor. Hikaye de anlamını bulamadığı yolda kendi içine çekilerek Sezen Aksu'yu dinlemeye çalışıyor. Ama filmin içindeki hoş ezgiler bile tarif edemiyor duyguları. Ferzan Özpetek sanırım bu kez kendi anlattığı hikayeden bile sıkılmış olacak ki sürekli çemberin içinde koşup duruyor. Aynı fiziksel hazlardan hoşlanmamanın, bunun duygusal tepkimelerinin, cesur olup her şeyi geride bırakmanın altını çiziyor yönetmen. Ama öyle koyu renkli bir kalemle çiziliyor ki bu anafikirlerin altı... Okumayı gerektirecek, beynimizi zorlamamızı sağlayacak başka hiçbir şey kalmıyor filmde. İstanbul Film Festivali'nde Javier Fuentes - Leon un Contracorriente (Akıntıya Karşı) filmine biraz fazla haksızlık etmişim sanırım. En azından olayı fantastik unsurlarla süsleyerek farklı bir algılama boyutuna yönlenmiştik.


Vasatın altında bir film ne yazık ki Serseri Mayınlar. Epik tiyatroda gestuslar vardır. Verilmek istenen mesaj bariz bir şekilde seyirciye aksettirilir. Dördüncü duvar yıkılmamıştır çünkü zaten böyle bir duvar yoktur epik tiyatroda. Serseri Mayınlar'da da uluorta bir gestus bombardımanına tutuluyoruz. Ama izlediğimiz şey ne bir tiyatro eseri ne de teknik olarak tiyatroya sırtını yaslamış bir sinema filmi. (Bkz. Dogville) İkisinin de uzağında olan ve fazlaca bir neşeli hüzün barındıran bir eser. Bu sefer Serra Yılmaz'ı göremiyoruz. İtalyan filminde zoraki bir Türk kültürü esintisi var ama yine de. Anlayacağınız ne tarafından bakarsam bakayım Serseri Mayınların belini doğrultamıyorum. Yüz tiplerinin bile aynılaşmaya başladığı Ferzan Özpetek sinemasının içerikten öte teknik yeniliklere de ihtiyacının olduğunu hissettim bu filmde.


Yazımı kısa tutmak zorunda olduğumu düşünüyorum. Zira ben de yönetmen gibi eleştirilerimi tekrarlayarak başa dönmüş olacağım.


Yönetmen: Ferzan Özpetek
Senaryo: Ivan Cotroneo, Ferzan Özpetek
Oyuncular: Riccardo Scamarcio, Nicole Grimaudo, Alessandro Preziosi, Lunetta Savino
Yapım: 2010, İtalya, 110 dk, Renkli

23 Haziran 2010 Çarşamba

bir trier senfonisi:
antichrist


Tuva Semmingsen'in büyüleyici yorumuyla "lascia ch'io pianga" yı dinleterek prolog kısmını bize sunuyor Antichrist. Oldukça dingin başlayan görüntüler ve müziğin de hipnotize edici gücüyle damarlarımızda bir ağırlaşma başlıyor. Kolumuzu kaldıramaz oluyoruz. Sanki ihtiras bizi sarmalıyor ama üzerimizdeki o ağırlık yüzünden bedenimizi kontrol edemiyoruz. Kar taneleri mümkün olabilecek en yavaş haliyle perdeden siyah beyaz görüntüler eşliğinde kayıp giderken bedenimiz de hayalimizdeki bedenin içinde tekleşmenin hazzını yaşıyor. Aslında tüm bu açılış sahnesinde bir aldatmaca var. yaklaşık 10 sn lik bir görüntü 10 dk boyunca bize gösteriliyor. Renklerin yaratacağı bir yanılsama yok. Müzik ise başkaca bir şeye konstantre olmamıza engel oluyor. Kullanılan tekniğin istenirse eğer seyirciyi ne derece manipüle edebileceğini de göstermiş oluyor Trier bize. Ama Trier tam da bu noktada her şeyi öylesine bütünleştirici bir etki yaratarak sunuyor ki bize, teknik yanılsamaların içine sağlam fikirlerin ve görsel olarak sinemada görmeye çok da alışık olunamayacak cesur sahnelerin yerleştirilmesiyle bütünsel olarak yönetmenin kişisel mastürbasyonunu da tamamlamış oluyor. İnsanın içindeki hayvani dürtülerin de ne kadar bireyin şahsına münhasır olduğunun başarılı bir şekilde ifade bulduğunun altını çizmiş oluyor. Güçlü yorumu ve bize insanı en uç haz anındaki şeffaflığıyla yüzleştirmesiyle Antichrist'in sırf prolog sahnesi bile sinema tarihinde unutulmayacaklar arasında yerini alabilir. Aynı zamanda naif haliyle de dikkat çeken bu sahneyi fantastik unsurlarla da bezeli bir çeşit vicdan sorgulamasından bağımsız tutmak mümkün değil. Charlotte Gainsbourg un yüzüne de bu hadise çok yakışmış.

Filmi 3 tema üzerinden incelemek mümkün. Bu temaların dinsel ya da mitolojik temellerinden bağımsız bir şekilde ele alınması ise daha tercih edilebilir bir eleştiriye zemin hazırlıyor. Keder, acı ve umutsuzluk.... Süreç, aynen bu şekilde ilerliyor ama biz bu şekilde ilerlediğine episodik anlatımlar sayesinde daha da emin olabiliyoruz. Keder başlıklı bir bölüm açıldığında kedere dair ne olabilecekse zihnimizde hazırlığımızı yapıyoruz ve aynı durum diğer bölümler için de geçerli oluyor. Film üç dilencinin bizden varoluşumuza sahip çıkmasıyla, bize tuttuğu aynayla ilerliyor ve tüm korkularımızla, korkularımızı nasıl alt edeceğimizi sorgulatmakla bizi cezalandırıyor. Filmde kadın karakter ve erkek karakterin isimleri bize hiç söylenmiyor. Duyduğumuz tek isim filmin başında ölen çocuklarının ismi. Yani bizim yarattığımız şeye atfettiğimiz değerin sembolize edilmiş hali. Kendimize ise bir değer biçemediğimiz bu dünyada bencilliklerimiz ve yenik düşmelerimizle anlamsızlaştırdığımız çocuklarımız. Diğer bir okumayla da başkaları tarafından yaratılan bizler ve gittikçe isimsizleşmeye mahkum edilmiş beyinlerimiz. Tek umursadığımız kendi vicdanımızı rahatlatmak ya da usulsüz olarak bi şeylere sahip çıkmak. Film, insanoğlunun hiçleşmeye mahkum edildiğinden tutun, aslında hayvani dürtü diye bir şeyin tüm canlıların varoluşunun temelinde yatan bir gerçek olduğuna kadar birçok yoruma açık. Lars Von Trier'in filmografisinde bambaşka bir yerde diyemeyeceğim çünkü zaten Trier'in filmografisi özellikle teknik anlamda kendini geliştirmeye dönük bir yapıda seyrediyor. Dogville, 5 Engel gibi filmler yapmış, ardından da pek de bir anlam verilemeyen belki de fazla stilize edilmiş Emret Patronum'la bizi selamlayan bir adamın Antichrist'e kadar ulaşan süreçte ne gibi çılgınlıklar yapabileceğini tahmin eder hale geldik. Siyad'ın bu yıl İstanbul Film Festivali için seçmiş olduğu En İyi İlk filmler kuşağında Trier'in "Suç Unsuru" filmi gösterildi ki 35 mm formatında beyaz perdede bu akılalmaz deliliğe şahit olmak kendimi oldukça şanslı hissetmeme yetti de arttı bile. Avrupa'nın hala ortaçağdan kalma skolastik yapısına dem vuruşuyla, hikaye içinde yarattığı hikayelerle, kurgunun izleyeni ters köşeye yatıran sürprizleriyle sıradışı bir yönetmenin ilk göz kırpışına da tanık olmuştuk. Antichrisit'in görsel anlamda çok daha cesur olan anlatımına şaşıramayacağımız kadar orjinal ve kusursuzdu "Suç Unsuru ".



Şimdi de biraz Trier'in kadınlara ne yaptığı üzerine üç beş kelam edelim. Kadınlar hem suçlu, hem fedakar, hem anne, hem sadık bir eş hem de yalnızlar bu hayatta. Antichrist a göre üçgenin tepesinde kadının kendisi vardı. Hayatın merkezi iyiliğiyle, kötülüğüyle kadına odaklı bir bakış açısına sahip. "Dancer in the Dark" ta müzikallerin dayanılmaz çekim gücüne kapılıp gittik Selma karakteriyle. Göremediğimizi gösterdi bize. Aslında oldukça klasik bir senaryoyu dramatize ettikçe etti ve çivi çiviyi söker hesabı bizi gözyaşlarına boğdu. Belki de Trier'in dertlerini kadınların çektikleri cefalarla ifade etmek çok daha doğru bir anlam buluyordur. Dogville ile başlayan Amerika Fırsatlar üçlemesinde de kadınlar dünyayı kurtarmaya yelteniyorlar ama battıkça dibe batıyorlar. Antichrist ta da Charlotte Gainsbourg un oyunculuğu oldukça vahşi. Tıpkı Emily Watson, Björk, Nicole Kidman gibi belli bir ön hazırlık süreci geçirmişe benziyor. Bu konuda da Lars Von Trier'in kendine has çalışma teknikleri de meşhur zaten. Karakteri psikolojik olarak zihinde tam olarak oturtmaya çalışıyor ya da belki de David Lynch misali oyuncunun karakter hakkında bir şey anlamaması işine geliyordur. O ya da bu şekilde sonuç itibariyle olayın süzgeçten geçirilmesi sıkı bir yorgunluğu da beraberinde getiriyor.



28 yaşına hızla yaklaşmak olduğum şu günlerde Antichrist bana ne kattı peki? Ya da katması gerekiyor muydu? Sanırım ikinci soruya verilecek yanıt sinemasal anlamda herkesin ne tarz bir duruşu olabileceğine de açıklık getirir. Ama ben bu sorulara net bir cevap veremeyeceğim. İzlenilen şey bir şeyleri ifade etme derdini bariz bir şekilde ortaya koyuyorsa bana da bir şey katmasını daha bir fazlaca bekleyebilirim. Ama bunların bir sınırı da yok tabiiki. Antichrist çoğu insanın beynindeki tabulara sert bir eleştiri getiriyor. Olduğu kesin olan ama kabullenilmesi ya da fark edilmesi güç olan noktalara giriyor. Özümüzde varolan bencilliğimizi dışavuruyor. Yer yer simgesel anlatımlarla yer yer de direkt olarak söylüyor derdini. Film ülkemizde "Deccal" ismiyle gösterime girdi. Çok fazlaca bir yorumu öncesinde yapmaktansa şu şekilde bir açıklamaya yeltenmeyi daha uygun buluyorum:

* Deccal, ahir zamanda farklı inançlara göre Mesih'in veya Mehdi'nin ikinci kez yeryüzüne gelmesinden önce insanlığın dini inançlarını kullanıp saptırarak kötülüğe ve sapkınlığa yönelteceğine inanılan düşünce yada varlık. Hadislere göre, Deccal kıyamete yakın bir zamanda Mesih'in dünyaya zuhurundan önce Allah tarafından insanları kötü yola ve imansızlığa çağıran, Âdem ile kıyamet arasındaki vakitte Allah'ın yeryüzüne gönderdiği en büyük fitnedir."


O halde benim anladığım kadarıyla antichrist ya da deccal nasıl telaffuz edersek edelim bahsedilen kötülük insanı şehvetinin kurbanı yapacak bir kötülüktür. İnsanoğlunun da şehvetinin kurbanı olduğunu itiraf edersek herkesin içinde bir deccal var o halde. Trier içi boş olmayan bir söylevin derdinde. O ya da bu şekilde pek kayıtsız kalınamayacak bir filmle yine aklımızı bulandırabilmeyi başarmış.

_________________________________________________

* wikipedia


Yönetmen: Lars Von Trier

Oyuncular: Willem Dafoe, Charlotte Gainsbourg

Görüntü Yönetmeni: Anthony Dod Mantle

Senaryo: Lars Von Trier, Anders Thomas Jensen

Yapım: 2009, Danimarka, Siyah - Beyaz, Renkli

6 Mart 2010 Cumartesi

Evine Dön Lone Scherfig
An Education Üzerine...


Lone Scherfig ne yapmış bu sefer diye düşünerek !fistanbul 9. AFM Bağımsız Filmler Festivali'nde An Education (Aşk Dersi) u izlemeye gittim. Ve ardı ardına izlemiş olduğum başkaca filmlere selam gönderen bir yapımla karşılaştım. Yer yer Ölü Ozanlar Derneği, yer yer Mona Lisa Smile ı anımsatan havası ile kendi kısırdöngüsüne kapılmış olan ve bağımsız bir duruşa bürünememiş Scherfig bu sefer. Ama bu onun hoşuna gitmiş olacak ki Altın Küre, Oscar derken bütün dünyada tanınır hale gelmeyi başardı.


An Education bize izlediğimiz filmi hangi perspektiften okumamız konusunda yardımcı olamıyor. Bakış açıları önümüze seriliyor ama bir duruş kazanamıyor ne yazık ki. Ne yazık ki demek zorundayım çünkü "Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca" ve "Wilbur Ölmek İstiyor" filmleriyle daha kendi halinde ve söylemek istediklerini abartıdan uzak ve daha mütevazı bir dille aktaran bir yönetmen için kayda değer bir bocalama yaşanmış. Bunu bağlayabileceğim en sağlam nokta da bu hikayeyi anlatırken kendi coğrafyasının uzağına düşmüş olması. An Education bir dönem filmi ancak 1960 larin Londrası'na hapsolunarak anlatılması zorunlu bir öykü de değil. Lone Scherfig Danimarka sınırları içerisinde kendi dilinde, eleştirmek istediği sistemi ya da bağlanılması kaçınılmaz olan kurumsal yapıları içine de bir tutam aşk kırıntıları ekleyerek anlatsaymış hikaye daha da bir karakteristik yapıya bürünebilirmiş. Görsel anlamda ve oyunculuklarda belki bir problem yok ama bir filmin belkemiği olan senaryo sallanmış da sallanmış. Sallanan senaryoyu da çoğu zaman başarıyla kotarılmış sanat yönetmenliği ve fonda bize dinletilen müzikler toparlamaya çalışmış. Filmi izlerken Carrey Mulligan'ı saçlarını topladığında hep birine benzetip durdum zira bir türlü çıkaramadım ama sonradan farkettim ki apaçık ortada olan bir Audrey Hepburn tasviriydi bu. Dönemsel olarak çakışmış mı bilemem - ki buna da gerek yok - hoş bir selam duruş görüntüsünde perdeye yansıdı. Hepburn'ün masumiyeti Mulligan'ın zerafetiyle bütünleşmiş ve 1960 lara yakışan bir tablo oluşturmuş.


Filmde aile çekirdeğinin önemine ya da önemsizliğine de değiniliyor elbette. Ama işte tam da bu noktada beli bükülmüş olan senaryo bir türlü doğrultulamıyor. Alfred Molina'yı kızları için en iyisini - neye göre- , en doğrusunu - kime göre - isteyen baba rolünde izliyoruz. Carrey Mulligan'ın canlandırdığı karakter özgürlüğüne düşkün haliyle ve yaşının ötesinde sergilediği olgunlaşma görüntüsüyle ilgi çekici ve sevilesi bir hale bürünmüş filmin içinde. Ama biraz sıyrılalım duygularımızdan ve tam da orta yerinden bir dalış yapalım anlatılan hikayenin içine dersek tam da bu noktada tatmin olamıyoruz. Babanın tam olarak ne istediğini de anlayamıyoruz kızlarının bu kadar özgür olup da yine de kendini aile baskısı altında hissetmesini de. Garip bir çelişki var derken anne karakteri olup bitenleri dengelemeye çalışıyor. Kuzey Avrupa sinemasının kendine has üslubu olmasa da her şeye rağmen sıcak bir havası var An Education' un. Oscar rakipleriyle de yanyana geldiği zaman en ayrıcalıklı olanı diyebiliriz.



Ama hiçbir şey Lone Scherfig'e duyduğum özlemin daha da pekişmesine engel olamadı. Dogma manifestosundan nerelere gelindiğinin güzel bir kanıtı oldu An Education. Belki Lars Von trier de ihanet etti altına imza attığı manifestoya ya da ihanetten öte bir yenilenme süreci geçirdi - ki bence böyle - ama yine de uzak düşmemişti kendine. Hiçbir Trier filmi izledikten sonra özlemimi daha da filizlendirmemişti. Lone Scherfig'i şu günlerde aldığı ödüllerden dolayı tebrik ediyoruz. Ama bir bardak çay içmek isterse de onu balkonumuzda her zaman misafir etmeye hazırız.
Yönetmen: Lone Scherfig
Senaryo: Lynn Barber, Nick Hornby
Görüntü Yönetmeni: John De Borman
Müzik: Paul Englishby
Oyuncular: Carey Mulligan, Emma Thompson, Alfred Molina, Peter Sarsgaard
Yapım: 2009, İngiltere, 95 dk, Renkli

23 Şubat 2010 Salı

Festivalde Bir Sabah:
“Gidersem Yaşarım Kalırsam Ölürüm”
Nisan 2009 dan Kalma Bir Yazı

Hani çocuklar gibi şen şakrak olup hop oturup hop kalkmak istersiniz ya ben Nisan ayı boyunca bu şekilde bir hiperaktifliğe sahibim. Malum İstanbul Film Festivali başladı. Birbirinden seçkin yapımlar, bölümleriyle herkese alternatif oluşturabilecek bir içeriğe sahip programıyla beni de elimde kitapçık arkadaşımla birlikte Emek’ten Atlas’a oradan Yeni Rüya’ya oradan da Beyoğlu sinemasına koşturur hale getirdi.


İsveç yapımı Gir Kanıma’yı gördüm ikinci gün. Hem de yemeden içmeden sabah 11.00 seansında. Yönetmen koltuğunda Tomas Alfredson var. Son zamanlarda gördüğümüz Twilight fırtınasından sonra vampir temalı filmlere kesinlikle alternatif oluşturarak farklı bir noktada incelenmesi gerektiğini bize kanıtlayan bir film. Aşk deseniz en yalın haliyle mevcut, açlık temasına ilişkin hırçınlaşmaya dair, 12 yaşındaki bir çocuğun yabancı düştüğü çevreye dair minimal bir üslup geliştirmiş yönetmen. Ne de olsa bir İsveç filmi izliyoruz ve karakterlerin hareketlerinden tutun yaşanılan iklime, kullanılan İkea motifli ürünlere kadar her şey bu görüntüyü tamamlıyor. Güçlü olabilmek üzerine aynı zamanda Gir Kanıma. Eli’nin Oskar karşısında iradesine hakim oluşu ve Oskar’ın okuldaki diğer çocuklara boyun eğmeyişi günümüz tüketim toplumunda algılarımızı harekete geçirme noktasında sert bir anlam kazanmış. Fedakarlık döngüsünde de Eli’nin babasının kendisini teslim edişine tanıklık ediyoruz. Tüm bunlar aslında normal olan bizlerin yaşadığı gidip gelmelerden ibaret. Vampir olgusunun tamamen simgesel bir anlatım biçimi olduğunu ve bu biçim itibariyle de yapılmış tüm klasik vampir kurgularından farklılaştığını söyleyebiliriz. Kabul etmemiz gerekir ki korku temalı bir çok filme ait motifler başarılı bir şekilde farklı filmlerde ya da farklı açılımlar yaratabilmek amacıyla kullanılabilir. Hideo Nakata’ın mucizesi Halka serileri ve Karanlık Sular bu duruma örnek olarak verilebilir. Alfredson’u bu noktada kutlamak ve işinin hakkını verdiğini kabul etmek gerek. Tabiiki vizyon filmleri içindeki hengameden bizi kurtardığı için festival ekibini de. Gerçi yorucu bir tempoyla filmler izleniyor ama her şeye rağmen değiyor. Bir filmden diğerine geçerken aynı kişileri görebilmek, sinema yazarlarına rastlayıp ayak üstü üç beş laf edebilmek sinemayla ilgilenen insanlar için gerçekten önem arz ediyor. Sinefili hastalığını taşıdığını insan festival zamanları daha iyi kavrayabiliyor doğrusu.

Kıssadan hisse meşakkatli bir iş festival yolcusu olmak…


11 Şubat 2010 Perşembe

DÜNYADAN GELEN SESLER - District 9 Üzerine...

Bilimkurgu filmleri şimdiye kadar alışılagelmiş formatlara ihanet etmeye pek cesaret edememişlerdir. Yarattıkları dört duvar arası kurallar bütünü de kimi zaman beyazperdede görmeye çok aşina olacağımız klasiklere zemin hazırlamıştır. Steven Spielberg'in E.T. siyle büyüyen bir nesil olarak sevimli hale bile getirdik bilimkurgu temel taşlarını. Ancak modern sinemanın eskiyi de hiçe saymadan doğallığını koruyarak ve en önemlisi de bildik konulara bambaşka formlar oluşturan bir yapıya da ihtiyacı olduğu kesin. İşte District 9 bu derde deva olabilecek, başından sonuna kadar kural bozan yapısıyla klasik bilimkurgu senaryolarından sıyrılabilecek bir başyapıt. Uzaylılar, gerçekliğini uzun yıllar boyunca tartıştığımız bir bilimkurgu metası olmuşken bambaşka bir perpsektifle bakılması gerekir diyor bu film. Her şeyden önce varlıklarını sorgulamıyor üstüne üstük kapitalist sistemin tüm eziciliğini onların üzerinde uyguluyoruz. Yadırgama ve telaş yok. Yönetmenin uzaylılar üzerinden görsel olarak sunmaya çalıştığı bir sevimlilik gösteri de mevcut değil. Ama asıl kurulması gereken bağ da görselliğin çok ötesinde vuku buluyor. Yabancı olanı ötekileştirme üzerine ve insanoğlunun en vahşi köklerine kadar uzanan derinlemesine bir itiraf sürecine dair tüm gerçekleri gözümüzün içine sokuyor yönetmen Neill Blomkamp. Sinyaller gönderip uysal iletişimler kurmak zorunluluğu ya da uzaydan gelen yaratıklar tarafından istila edilme keşmekeşi yok. Uzaylılardan güç alma ve zamanla onlardan birine dönüşme isteği de insanlık tarihine dair en derin ritüellere ışık tutuyor. Modern diye tabir edilen yüzyılın ritüelleri, Adem ve Havva'dan süregelen alışkanlıklarımızmış aslında. Uzaylıdan bir parça ye ki onun gibi güçlü ol. Hem de kanlı canlı olarak ye ki en vahşi dürtülerinle o bedene sahip olasın.




Filmi izlemeye başladıktan kısa bir süre sonra belgesel izlediğinize neredeyse emin oluyorsunuz ama tam da o sırada belgeseldeki sunucu, kameraman birden olayın içine dahil oluveriyor ve kameraman olarak tanımladığımız şahıs birden ortadan kayboluyor. Filmin başlarında tamamiyle gerçek olduğuna emin olmamızı sağlayan görsel kurgulama tekniği zamanla gerçek ve kurmaca arasında sıkışmamıza ama yine de gerçek dışı gibi görünecek tarafa doğru kaymamıza neden oluyor. Peter Jackson filme ne derece ışık kaynağı oluşturmuş tam olarak bilemiyorum ama ortaya şimdiye kadar gördüğümüz en orjinal bilimkurgu hikayesi çıkmış. Merak uyandıracak gelişmeler de sinemada görmeye aşina olduğumuz ve alışkanlığa dönüştürülmüş vazgeçilmez kurgulardan ustaca ayıklanmış, önümüze tapteze yeni bir lezzet çıkmış. Ama aslında yıllardır yediğimiz ama yediğimizi pek de fark edemediğimiz bir lezzet desek daha doğru olur. Bu sonuca varmamızı sağlayan başlıca neden de daha önce de bahsettiğim üzere ötekileştirme kavramı. Azınlıkta kalanı yadırgama, dışlama, bir denek malzemesiymiş gibi masaya yatırıp organlarını deşme, sonrasında da hiçbir şey olmamışçasına başa dönme. Bir savaş filmiydi yani District 9. İnsanlık tarihinde yaşanan savaşları, haksız mücadeleleri göz önünde bulundurursak hiçbir farkı olmadığını da görürüz. Tecrit edilmeye çalışılan uzaylılar F tipi yaşama alanı olan 10. Bölge'ye yerleştirilmek isteniyor. Cinsellik teması da insanoğlunun arkasına sığındığı en ucuz kavram oluyor ve kendini yine o basit sözcük olan "fuhuş" la tanımlıyor. Buram buram kokan bir ırkçılık eleştirisi de göze çarpanlardan. Filmin bilimkurgu motifi yoğunlukla teknik anlamdaki anlatım biçimi ve kurgulanışında gizli. Onun ötesinde sosyolojik çözümlemeler sunan, en ilkel hareket biçemlerini direkt olarak ama gözümüzün içine de sokmadan sorgulayan, farklı olanın yok edilmeye çalışılmasını anlatan ve tüm bunları gerçekleştirirken insanoğlunun verdiği reaksiyonları bir ayna yardımıyla önümüze getiren bir yapım duruyor karşımızda.

District 9 en iyi film dahil toplam 4 dalda oscara aday. Alamaması muhtemel gözükse de akademi jürisi tarafından es geçilmemesi sevindirici. Filmi izledikten sonra da oscarı alıp almaması gerektiği de önemsizleşiyor zaten.


Bir uzaylı filmi izleyerek nerden nereye geldiğimizi sorgulatan "District 9" iyi bir film olduğunu, ayaklarının yere sağlam bastığını hissettirerek gösteriyor. Avatar nasıl ki 3 Boyutlu teknolojisini hayranlıkla izlememi sağlayabildiyse "District 9" da kendimi bildim bileli izlediğim uzaylılardan yola çıkarak insana dair birçok parçayı görmemi sağladı. Kalbinin toprağı sert olan insan yine oraya bir şeyler ekmeye çalıştı ama bir türlü filiz veremedi diyerek sonlandırıyorum yazımı ve izleyip ayrıcalıklı bir bakışa sahip olabilmenizi temenni ediyorum.


Yönetmen: Neill Blomkamp
Görüntü Yönetmeni: Trent Opaloch
Müzik: ClintonShorter
Oyuncular: Sharlto Copley, Jason Cope, Nathalie Boltt
Yapım: 2009, Yeni Zelanda, 112 dk, Renkli

6 Şubat 2010 Cumartesi

NUOVO CINEMA PARADISO


“Gerçekten çok geç kalmışım.”

Bazen neye güldüğünüzü ya da neye ağladığınızı tam olarak kestiremezsiniz ya işte tam da bu noktada çıkıverdi ağzımdan bu sözler. Geç kalınmış bir saygı duruşunda bulundum bugün Salvatore ustanın önünde. Onun yarattığı o sıcak cennet sinemasının içine girdim ve her şeyi en çıplak haliyle izledim. Zaman zaman Toto oldum zaman zaman da Alfredo. Ama her ikisinin yerine koyduğumda da kendimi derin bir acı hissettim yaşamaya dair. Geçmişimle yüzleştim hala genç olduğumu unutarak belki de. Ya da zamanın çok hızlı geçip gittiğini inkar ettim. Kendimle yüzleştim nihayetinde.




Ne büyük bir duygu seline kaptıran bir filmmiş diyorsunuz evet ama başka türlü de bir giriş yapılması olanaksızdı böyle bir film hakkında yazılacak bir yazının başına. 1988 yapımı Nuovo Cinema Paradiso dan bahsediyorum. Anladığınız üzere de demek isterdim ama benim gibi geç kalmış yolcuları da hiçe saymamam gerektiğini düşünüyorum. 22 yıl sonra filmi görmeyi başarabilmiş olan ben, özel bir anlam içerdiğini düşünüyorum bu filmin sinema tarihi açısından. Öncelikle sinema sanatına karşı bir saygı duruş niteliğinde. İçinde birçok anlama yer verse de sinema tutkunlarını bambaşka noktalardan alıp götürebilecek bir güce sahip. Filmdeki Toto tasviri pek çok kişinin içinde yaşattığı ama farkına da varamadığı ya da bir yerlerde unuttuğu Toto tasviri aslında. Hal böyleyken içindeki çocuğa, hayallere ulaşabilmeye dair akdeniz üslubuyla –ki bize çok yakındır- sıcacık bir film çıkmış ortaya. Cinema Paradiso aynı zamanda bir değişim öyküsü. 1954 yılında başlayan öyküde Paradiso yaşlısı genci. İdealist olsun olmasın, düşünen ya da düşünmeyen her insana kapılarını açar. Ve insanlar yıllar yılı değişir. Televizyon, akabinde de video girer hayatlara. Cinema Paradiso kapılarına zincir vurmaya mahkum olur. Arda kalanlar da bir damla gözyaşı döker sadece.



Tornatore, Malena’ da sosyal yönleri zayıf, yeni algılara tamamen kapalı bir topluma bir çocuğun gözünden bakmış aslında Cinema Paradisodan bu yana da özünde hiçbir şeyin değişmediğini anlatmaya çalışmıştı. Ama dili o kadar sıcaktı ki her iki filmde de aşk ve dram oldukça bütünleştirilmiş olarak sunuluyordu. Büyüme çağına dair sancılar ve her insanın hayatında bir Alfredo olmalı gerçeğiyle noktalanıyordu film. Geriye baktığımızda pişman olmamamız için hep yanımızda olur ve bizi bizim hissetmediğimiz bir şekilde beslerler sanki.


Eski sinemaların kokusunu da bolca hissedebiliyorsunuz bu filmde. Emek sinemasının kokusu var her karesinde. Aslında farkına da varıldığı üzere çok fazla ameliyat masasına da yatıramayacağınız bir film bu. O derece samimi ve dürüst bir şekilde anlatmış ki derdini. Sadece izlemek kalıyor. Sadece herkesin kendi hayatındaki mutluluklarına ve mutsuzluklarına dair bir yolculuğa çıkması gerekiyor. O kadar…

Yönetmen: Giuseppe Tornatore
Görüntü Yönetmeni: Blasco Giurato
Senaryo: Giuseppe Tornatore, Vanna Paoli
Müzik: Ennio Morricone
Oyuncular: Jacques Perrin, Marco Leonardi, Salvatore Cascio, Philippe Noiret
Yapım:
1988, Fransa – İtalya, Renkli, 123 dk.

8 Ocak 2010 Cuma

SAATLER ÜZERİNE...
(Buğra Demir için geç kalınmış bir ithaf...)

- Kitabında biri ölmek zorunda mı?
- Kalanların hayata daha çok önem vermesi için biri ölmeli... Zıtlık yaratmak için....
- Hayattan kaçarak huzur bulamazsın....



Aslında rahatsız edici bir film var önümüzde. Bana kalırsa ürkütücü diye bile tanımlayabilirim. Üzerinde ince bir işçilikle çalışılmış kurgusu hemen açılış sahnesinde kendini belli ediyor. Mrs. Dalloway'in kocaman dünyası öylesine küçülüyor küçülüyor ki, bir kafesin içine koysanız o dünyayı hala boş bir alan kalıyor. Kabullenebilmek, ardından harekete geçebilmek ve engellerle mücade edebilmek üzerine çeşitli çıkış noktaları var Saatler'in. Ama hepsinin anlatıldığı üç farklı zaman dilimi aslında tek bir paydada da buluşabilmeyi başarabiliyor:

Sonuçsuzlukda yani.


Ne yaparsan yap sandığın kadar özgür değilsindir. Hatta sandığının yanından bile geçemiyorsundur aslında. Virginia Wolf parmaklıklar ardında tırnaklarıyla kazıyarak özgürlüğünün peşindeyken, 1950 lerde Laura Brown biraz daha hakimiyeti eline alabilmiş gibi görünür. 2000 li yıllara geldiğimizde ise Clarissa Vaughan çevresinde olup biten her şeyin yöneticisidir. Ama tabi tüm bunlar dışardan gözlemlendiklerinde sanılan durum şemasından öteye gidemez. Sondan başa doğru yazdıklarımızı tersine çevirmeye çalışalım bakalım: 2000 li yıllarda Clarissa Vaughan karakteri sınırsız özgürlüğe sahip, cinsel tercihleri konusunda kimseye hesap vermek zorunda olmayan, istemediği şeyleri gizlemek zorunluluğu bulunmayan bir kadındır. Ancak bazen özgür olmanın da işe yaramayacağını gösterir bize. Zamanında bir erkekle de beraber olmuştur sonrasında da bir kadınla. Sınırlar zorlanmış fakat sonucunda yaşadığı hayatın marjinalliğinin onun önünde diz çökmesi kaçınılmaz olmuştur. Clarissa'nın sorunu toplumsal boyuttan öte kendisiyle ilgilidir. Aslında filmdeki diğer karakterlere de baktığımızda hepsinin yaşadıkları travmatik durumların kaynağının öncelikle kendi özlerinde başladığını görebiliriz. 1950 lerde Laura Brown'a değinecek olursak aslında en büyük çıkmazı yaşayan karakterden bahsettiğimizi itiraf edebilirim. Laura, gidebilmek ve kalmak arasında çelişki içerisindedir. İki tercih konusunda da eşit oranda bir özgürlüğü bulunmaktadır. Ama işte zor olan da budur. İkilemde kalmanın en somut gösterimi 1950 yılında yaşayan evli ve çocuğu olan Laura Brown'ın otel odasında yaşadığı yeniden doğuşla şekillenir. Bu sahne bir nevi uyanıştır aslında karakter analizi yaptığımız zaman. Sudan gelen ölüm ve yine sudan gelen hayat zıtlığı. Ama zıtlığın aslında birbirinin içine geçmiş ve kimi zaman da ayırt edilemeyecek kadar karmaşık iki kavram oluşu. Laura'nın gözleri açılır ve hayatı tercih eder, ne pahasına olursa olsun... Virginia Wolf, filmin kurgusal boyutunun çıkış noktasıdır aslında. Her şey onun kaleminden şekillenir. Mrs. Dalloway'in kaderi de onun elindedir. Arasında zamanlar olduğunu düşündüğü eşi aynı zamanda hayatta en değer verdiği insandır. Ama nasıl ki Clarissa'ya özgürlük yetmiyorsa Virginia Wolf'e de sadakat az geliyordur. Bazı şeyler için iyi olmak yetmiyormuş derler ya hani işte insan doğasının kendi içindeki dengesi, uyumsuzluğu, şefkatsizliği, aşka susamışlığı ve tüm kişiye özel duygusal derinlikleriyle filmin özünde yatan "cevapsızlığı" keşfetmek de parçaları yerli yerine oturtunca pek de zor olmuyor.


Buraya kadar Saatler'in genel kimyasını özümsemiş bulunuyoruz. Kurgu karmaşık... Aynı mekanda oluşturulması gereken aksiyon dengesi farklı zaman dilimlerinde farklı karakterlerin hareketlerine şekil veriyor. İşte bu noktada da oyunculuk penceresinden illa ki daha bir dikkatli bakmak gerekiyor. Baktığımız zaman da Meryl Streep, Nicole Kidman ve Julienne Moore dan oluşan muhteşem üçlüyle karşılaşıyoruz. Yönetmenin işini kolaylaştırabilecek titizlikle çalışılmış oyunculuklar. Hele ki ne olursa olsun hayatta kendi sesimizi dinlediğimiz için pişman olmamamız gerektiğini gördüğümüz Julienne Moore performansı tüm bilinen sahte gerçekliklere karşı da bir saygı duruştur aslında. Perdeye yansıyan oyunculuk genel anlamda izleyenin yaşamını sorgulatabilen bir izdüşüme dönüşmüştür. İyidir diyor ve fazlaca ballandırmadan önünde eğiliyoruz.

Saatleri izleyin... Uzun bir yolculuk gibi... Issız bir yolda konaklamış gibi...

Yönetmen: Stephen Daldry
Görüntü Yönetmeni: Seamus McGarvey
Müzik: Philip Glass
Oyuncular: Nicole Kidman, Julianne Moore, Meryl Streep, Stephen Dilane, Miranda Richardson
Yapım: 2002, ABD, Renkli