22 Şubat 2011 Salı

Black Swan: Aronofsky Usulü Kuğu Gölü Balesi

Darren Aronofsky, Requiem For a Dream'den beri farklı arayışlar içerisinde olan bir yönetmen. Bilinen üslupları bozarak kendine has yeni söylemler geliştirmeye çalışıyor. Fantastik sanılan ama aslında tamamen psikolojik temelli olan birçok gönderme yapıyor filmlerinde. Yönetmenin bizlere son hediyesi de: Black Swan. Üzerine bambaşka şekillerde tekrar tekrar düşünülebilecek bir film. Psikolojik okumalarının yanı sıra sosyolojik çıkarımları da olan; içinde vahşi bir aşkı da barındıran cinsten.



Film, Kuğu Gölü balesinin sahnelenme sürecinde hem beyaz hem de siyah kuğuyu sahnede canlandırması gereken Nina karakterine yoğunlaşıyor. Başlarda sadece bir hırs oyunu gibi gözüken süreç Nina'nın paranoyasına dönüşüyor. Aronofsky filmde yer yer gerçeği ve gerçeğe yakın görüntüleri biraraya getiriyor. Bunda da oldukça başarılı ki izleyicinin de aklı karışıyor. Paronayaklık, delilik ve tutku arasında gidip gelmeye varıyor her şey. "Reguiem for a Dream" de ve "Wrestler" da gördüğümüz bağımlılık temalı anlatım biçimi Black Swan'da Nina karakteriyle daha da ön plana çıkıyor. Siyahın ve beyazın net bir şekilde ayrımını koymanın derdinde ilerleyen film kişinin kendini keşfedebilme buhranına mahkum oluyor. Aronofsky bu sancılı süreci artık fiziksel olarak da hissedebilmenin altını çiziyor. İçimizde varolan ama farkına varamadığımız özgür duygular bedenimizi delik deşik ederek ortaya çıkıyor. Aslında tıbbi bir vaka da söz konusu filmde. Paranoyaklık sınırında gezinen bir insanın kafasında kurduğu bir dünya var. Diğer insanların kendilerine zarar vermeye çalıştığını düşünüyor. Bu düşünce önce beynini kemiriyor, buna dayanamayan Nina da vücuduna zarar vermeye başlıyor. Tüm bunlar çevreyle olan çeşitli uyum sorunlarından da kaynaklanıyor aslında.



Yönetmenin diğer filmlerinde de es geçilemeyecek aile unsuru bu filmde de yoğun bir etki unsuru. Nina, mükemmele yaklaşmaya çalışan bir insandır. Disiplinli olarak çalışır, sevgi dolu bir annesi vardır, hala masumiyetinin gölgesinde büyütür umutlarını. Ama Nina'yı acıtan bi şeyler vardır. İşte aile unsuru tam da bu noktada altının deşilmesi gerektiği bir yerde karşımıza çıkıyor. Mükemmelliyetçi anne kızını da kendi gibi yetiştirirken onun bazı şeyleri daha da abartmasından rahatsız oluyor. Oysa ki her şeyi yine o yaratmıştı. Ve şimdi önüne geçemeyeceği bir boyuta geliyor. Masumiyetin cinsel hazlara, farklılıklara kapalı olmakla bağdaştırıldığı bir dünyada Nina'nın hemcinslerine duyabileceği ilgi sadece acı çekmesine neden oluyor. Bale öğretmeninin kendisini keşfetmesi için uyguladığı yöntem; Nina'nın bastırdığı cinselliğini, şiddetini, yalan ve gerçek arasında yaşadığı bocalamayı daha da belirginleştiriyor. Sonunda da engel olamadığı şiddeti vücuduna saplanıyor.



Filmin çok derinlerde bahse konu ettiğim cinsel kimliksizlik sorunsalı üzerinden anlatmaya çalıştığı bir süreç de var. Hayvansal dürtülerin içimizdeki dikenleri dışa taşıma konusunda bilinen en etkin yöntem olduğuna değiniliyor. Aile tarafından altan alta bastırılmış cinselliğin ne istediğine karar veremeyen ve farklı bağımlılıkları yücelterek kendine hedefler koymuş bir nesle zemin hazırladığına dikkat çekiyor. Mükemmeliyetçi ebeveynler farkında olmadan çocuklarının zihinlerine binbir türlü psikolojik travmayı kodluyorlar. Filmin bu şekilde okumasına zemin hazırlayan en büyük etkenlerin başında da yönetmenin diğer filmlerindeki açılımlar olduğunu es geçmemek gerekir.


Uzun zamandan sonra Vinona Ryder ı da görmek güzeldi filmde. Beettle Juice filminin asi kızı şimdi zaman denilen hain düşmana yenik düşüyor. İşte tam da bu noktada vefasızlık üzerine bir takım demeçler de var. Vinona Ryder'ın oynadığı karakter Nina'nın karşısında ayna görevi üstleniyor. Yıllar sonra mahkum olma olasılığıyla yüzyüze olduğu terk edilme korkusuyla başbaşa kalıyor. Bir diğer söyleyişle de sonsuz mutluluk yoktur diye de algılanabilir. Hepsinden öte belki o da Nina'nın yaşadıklarına benzer bir ruh haline sahiptir. Keza günah çıkarmak için hastaneye gittiğinde kendi günahıyla yüzleşiyor. Soğuk olan mezenin de sadece intikam olmadığını anlıyoruz bu sahnede.

Biraz da filmin görsel gücüne değinmek istiyorum. Öncelikle Çaykovski'nin etkileyici tınısı işitsel boyutta algımıza direkt işliyor. Billy Elliot'dan beri bu melodiyi bir filmin içinde genel olarak bu kadar senkronize bir şekilde duyumsamamıştım. Öte yandan öyle bir açılış sekansına sahip ki film geri kalan sahnelerde de aslında neyle karşılaşacağımıza dair çok net ipuçları veriyor. Hırçın bir dans sahnesi bu. Rüya olduğunu tahmin etmek de zor olmuyor. Sürpriz yapmıyor Aronofsky bize çünkü derdi de hiçbir zaman bu olmamıştı. Film, Nina'nın bilinçaltını en saf haliyle yansıtan bu dans sahnesiyle açılıyor. Ve film boyunca dans ve dövüş birarada ilerliyor. Tutkuyla bir işe sarılmanın hastalık boyutunda tüm bünyemizi nasıl sarmaladığını, başka bir şeyi düşünmenin nasıl imkansızlaştığını ve tüm bunların da bize nasıl bir bağımlılık yüklediğini Nina'nın vücudunda fark edebiliyoruz. Takdire şayan oyunculuğuyla kesinlikle Natalie Portman'sız düşünülemeyecek bir filme imza atmış Aronofsky. Öyle ki film, çok ciddi bir çalışma sürecinde bu hale kavuşmuş olsa gerek. Eni konu bale yapmayı öğrenmiş ve içindeki gerçek siyah kuğuyu da ortaya çıkartmış genç oyuncu. Aronofsky cephesinden baktığımız zaman ise tamamen Natalie Portman düşünülerek yazılmış bir senaryo izlenimi veriyor. Bu yıl oscar ödüllerinde banko olarak ismi geçen Portman kuşkusuz heykele de uzanacak. Uzanması da gerekiyor.

Kuşkusuz birçok ödüle uzanacak olan Black Swan bana izlemiş olduğum birçok filmi de hatırlatan ama kendine has yolu olan bir film. Örneğin Mullholland Drive filminde yaşanan paronaya sorunu, hayalle gerçeğin içiçe geçmesi ve kaçınılmaz sonu itibariyle aklıma takılan bir çağrışım yaptı. Ayrıca Alan Parker'ın 1984 yapımı Birdy isimli filminden de bahsetmek istiyorum. Birdy' de Vietnam savaşına katılmış ve kendini kuş zanneden, uçabildiğini düşünen bir adamın öyküsü anlatılıyordu. Film, savaş psikolojisi adına başarılı bir çözümleme oluşturmuştu. Özgürlüğünü, savaşın yıkıcı psikolojisi sayesinde bulan bir adamın bunu delilikle keşfedişinin öyküsü. Bu filmde sosyolojik bir etki vardı karakterin yaşadıklarının üzerinde. Black Swan ise tamamen psikolojik yansıması daha fazla olan bir film. Ayrıca Kosmos'da da deliliğin bireyi ne derece özgür kıldığını düşünmüştüm. Bu düşünce uçmak eylemini bile gerçekmiş gibi algılamaya yardımcı olmuştu. Nina ise delirmekten öte bir paronayanın içinde. Uçabilmesi için bir şeyleri öldürmesi gerekiyor. Son olarak hastalıklı anne kız ilişkisinin anlatıldığı Michael Haneke imzalı La Pianiste filmini de hatırlamadan yazımı bitirmek istemiyorum. Sorunlu ebeveynlerin kendilerine benzetmeye mahkum ettikleri çocuklarının sancıları sado mazoşist eğilimlerle gün yüzüne çıkıyor. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde Nina'nın Haneke'nin yarattığı karakterden pek de farkı olmasa gerek. Belki aklıma gelen tüm bu filmler bağlantısı sadece benim algıma yansıttıkları yüzündendir. Ya da yıllar yılı aslında dönüp dolaşıp aynı sancıları çekiyor oluşumuzdandır. Sonuç olarak Black Swan binbir türlü filmi aklınıza getirse de yönetmenin elinden çıkmış iyi bir iş. Geri kalan yorum da size kalmış...


Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Natalie Portman, Mila Kunis, Winona Ryder, Vincent Cassel
Senaryo: Mark Heyman, Andres Heinz
Yapım: 2010, ABD, Renkli

13 Şubat 2011 Pazar




SIR

Gözlerimde bir sır var bu sabah
Yalnız kediler diyarı diye bir yer varmış
Korkular katmerlenir yürekler buz gibi olurmuş burda
Giden pişman olurmuş ama dönemezmiş
Bugün orda olmadığımı anladım
Ne öğrendiğimi çok iyi biliyormuşum meğer
Sevilmek karşlığında öğrenmem gereken en büyük şey
Sevmekmiş...
Hayat, asi olmakmış
Hayat, su damlası gibiymiş
Minicik bir kız çocuğuymuş hayat
Yaşamakmış en büyük çılgınlık meğer...
Bu sabah eminim ki ben yalnız değilmişim...


onüçşubatikibinonbirsaat23.30

7 Şubat 2011 Pazartesi

Breakfast Club

suçlu, beyin, atlet, prenses ve çöp tenekesi

Bazı filmleri hep aklınızın bir köşesinde tutarsınız bir gün izlemek için. Sonra her yerde DVD sini ararsınız olmadı VCD de idare eder dersiniz. Öyle spesifik bir filmdir ki bu korsana da düşmez zaten. Uzun zamandır bütün internet raflarında, korsanlarda aradığım "Breakfast Club" filmini arkadaşım Soner benim için internetten büyük bir çabayla altyazı programıyla birlikte indirip getirdi. Ona burdan çok çok teşekkür etmek istiyorum. 80 lere ait bu film döneme damgasını vurmuş müzikal denge gibi, hep garipsediğimiz moda akımı gibi bir şekilde hatırlanması gereken konuma sahip.


Beş lise öğrencisinin haftasonu okulun kütüphanesinde 9 saati birlikte geçirmekle cezalandırılışını izliyoruz. Diyalog üzerine bu kadar basit ama aslında basite inerek anlamlanan kavramlarla dolu bir film. 9 saat boyunca gerçekleşen diyaloglar hayata, kendimizi ne kadar önemsediğimize ve başkalarını olduğu gibi kabul edememe yetersizliğimize ışık tutuyor. 5 kişiden tüm insanlık soyuna ve yine 5 kişiden de kendimize çıkıyoruz sonunda. Yaşadığımız gerçekliğin sadece bize ait olduğunu ve ötekiyi de kabullenebildiğimiz sürece sosyolojik algılarımızın açılabileceğini kavratıyor. Aynı zamanda sistem üzerine de başarılı bir çözümleme Breakfast Club. Bizi yöneten, cezalandırdığını zanneden insanlar aslında hiçbir şeyin farkında değiller. Gerçekler bazı insanların suratına çarpıldığında ya da yalan da olsa onların otoritelerini sarsıcı cümleler sarf edildiği zaman bulundukları konumun ne derece sarsıldığını ayrımsıyoruz. Otorite ve itibar sorunsalı yüzünden başkalarına hükmeden insanoğlu yine kendi bencilliğine gömülüyor. Ve her şeyden öte önce başkalarını algılamadan önce kendimizi dinlememiz gerekiyor. Başka insanlar da kendimizi anlayabilmemize yardımcı olabiliyor.


Filmde her karakter bambaşka şeylerden hoşlanıyor. Biri oldukça muhafazakar görünürken her şeyiyle en açık insan görüntüsüne bürünebilmiş; diğeri oldukça sert, nefret dolu... Bir başkası ise oldukça zeki ama bu da yetmiyor işte. Ortak bir noktada buluşabilmek lazım. Bunun için de ortak paylaşımlara yönelmek gerekiyor. Hepsi birlikte kendilerinden geçerek dans etmeye başlıyorlar. Hepsi aynı anda aynı müzikle ve aynı mekanda benzer duygular eşliğinde kayboluyorlar. Sonrasında da ardı sıra diyaloglar... Evrensel olarak baktığımız zaman toplumları algılayabilmek için yemek kültürlerini incelemek faydalı olabilir. Dünya, içinde bambaşka yemek kültürlerine sahip insan topluluklarıyla dolu. Filmde de dikkate değer bir yemek sahnesi mevcut. Sushi, fast food, karbonhidrat ağırlıklı beslenme, zararlı asitlerle dolu bir öğün... Hepsi bambaşka düşündükleri gibi bambaşka şeyler yiyorlar. Sembolik bazı anlatımların oldukça derin yansımaları olduğunu filmin sonuna doğru fark edebiliyorsunuz. Tüm bunların görsel bir terapiye dönüştüğü nokta ise her anında yalın olabilmesinde saklı. Basit cümlelerle itiraf etmek bile kelimelerin altına sağlam ve dingin bir netlik kazandırıyor. Ve tüm bu akış da filmin iç aksiyonundaki hareketi her daim korumasını sağlıyor.


John Hughes aslında sıradan, öylesine ve belki de çoğunlukla eğlendirmeye yönelik bir film çekmeye çalışmış. Ama film, zamanla kimliğini ciddiye alması gereken bir yapıma dönüşmüş. Döneme ait bu tarz çok sayıda örnek içinden bu filmin sıyrılabilmesinde samimiyeti ve derin içeriğine rağmen bunu herkesin çok kolay bir şekilde anlayabilmesini sağlayan üslubu önemli bir yer tutmaktadır. Breakfast Club, genç nesilin sadece Amerikan Pastası serilerindeki gibi cinsel odaklı sapkınlıklar yaşamadığını, çok daha kapsamlı bir mercek altında işlenmesi gereken sorunlara sahip olduğunu gösteriyor ve bu sorunlara da laborotuvar estetiğinde cevaplar bulmaya çalışıyor. Öyle bir noktada yakalıyor ki film sizi mükemmel gibi görünen aile yapısının dahi ne derece yapay unsurlar taşıdığını, bundan sıyrılmanın ise çok ince bir ipte yürümekten farksız olduğunu gösteriyor. Kahvaltı Kulübü hiç kimsenin ifade etmesine gerek kalmadan kendisini tüm gençliğe, aileye, sistem müdehalecilerine adıyor. Ve herkes de bu pastadan hakettiği payı alıyor.


Breakfast Club iyi gözlemlenmiş bir gençlik filmi. Bu şekilde anımsanması, sinema tarihine en iyi gençlik filmlerinin baş sıralarında ismini yazdırması yönetmenin kabiliyetli olduğu bazı alanların ön plana çıkmasını sağlıyor. Genç kuşağın bir dönem yaşadığı sorunlara evrensel çözümlemeler getiriyor, cinselliğe kapalı olan kültürel anlayışı, hafızamıza kodlanmış kurallar silsilesini deşifre ediyor. Hayatımız boyuca konuşmayacağımız, varlığından bile haberdar olunması bizler için çok zor olan insanlara şans veriyor film. Aslında en iyi terapinin aynı havayı solumak, kavga etmek, dokunmak, karşılıklı susmak ya da konuşmaktan geçtiğini söylüyor. En iyi terapinin sistem içinde sisteme kafa tutmakla başarıya ulaşacağını kanıtlıyor. Ve her şeyden önemlisi insanın kendini keşfetmesinin yapabileceği en büyük devrim olduğuna ışık tutuyor.

 
Yönetmen: John Hughes
Senaryo: John Hughes
Müzik: Steve Schiff
Oyuncular: Emilio Estevez, Anthony Michael Hall, Judd Nelson, Molly Ringwald, Ally Sheedy
Yapım: 1985, ABD, Renkli