17 Şubat 2009 Salı

The Curious Case of Benjamin Button

Zaman, varlığına soğukkanlı bir gerçeklik kurgusu karışmış kısır döngü gibidir. Yüzyıllar boyunca insanlık tarihinde yaşanan savaşlara inat varlığıyla hep aynı duygulara gebe kalmıştır zaman karmaşası. Karmaşıklaştığı noktada geriye dönüşün imkansızlığından öte akışını da yavaşlatamadığımız cinsten. Benjamin Button’un hikayesi, içine fantastik bir çıkış noktası yerleştirilmiş ama öyküyü gayet doğalmış gibi izleyebilmemizi sağlayan, dramatik unsurları da esirgenmemiş bir yaşam kesiti. Film, dur diyemediğimiz, geriye saramadığımız ya da ötesini önceden göremediğimiz zamana dair bir çıkışsızlık öyküsü anlatıyor.

Aşkın, içinde kuralcı ve gelenekçi görsel bir uyumu barındırmasından ziyade ruhsal bir duyumsama sürecine işaret ettiğinin evrensel kanıtı. Hal Ashby’nin 1971 yapımı “Harold and Maude” filminde seksen yaşındaki Maude ve 20 yaşındaki Harold’un tüm engellere rağmen yaşadıkları sıradışı aşk hikayesi kimileri tarafından fazlasıyla ütopik bulunmuş olabilir. Yönetmenin ifade etmek istediği duygusal saflığın fiziksel görünümden arınmış bağımsızlığı bu sefer David Fincher’in Benjamin’in geriye saran kurgusunda daha dikkat çekici bir görsellikle anlatılıyor. Benjamin ve Daisy’nin masanın altında buluştukları sahnede görünüme karşı verilen sert tepki, aslında insanın doğasında varolan ve yıkmakta zorlandığı tabularına karşı verilen tepkinin yansıması. Oysa hangi yaşta olursak olalım tümüyle özün biçimden önce geldiğini kavrayamamışızdır. Kabul etmek de çoğu zaman imkansıza yakındır. Zamanın bize oynadığı oyun toplumsal hoşgörüsüzlükle birleşince zor bir hayatın panoramik anlatımı ortaya çıkıyor. Benjamin’in seksen yıllık öyküsü gerçekten tuhaf. Ancak tuhaf olan bu fantastik öykü, yaşadığımız gerçekliğe öylesine yedirilmiş ki gittikçe gençleşen Benjamin’i görmek olağandışı bir durumun varlığını da fark etmemize engel oluyor.


 


Biraz da yönetmene yönelik birkaç söylemde bulunursak eğer David Fincher’in kurgusal performansındaki başarısını hissettiğimiz bir sahnenin mevcut olduğunu çok net bir şekilde görebiliriz. Zamanın kendi içinde öyle bir akışı vardır ki herhangi bir parçanın değişimi bütünsel anlamda bir değişimi de kaçınılmaz kılar. Bu mantıktan hareketle tasarlanmış sahneyi gördüğümüzde nihayet “Fight Club” (1999) filminde bizi kendisine hayran bırakan yönetmene dair bir iz bizi selamlıyor. Ama bu iz birkaç sahne dışında yerini dramatik altyapısındaki yoğunlaşmaya ve görsel ihtişama bırakarak silikleşiyor. Bu noktadan hareketle yönetmenin filmografisiyle karşılaştırdığımızda Benjamin’in olağandışı hikayesinin çok fazla orijinal söylemlerinin olduğunu göremiyoruz. Fazlasıyla Hollywood kokusu almamızın, on üç daldaki Oscar adaylığıyla bağlantılı sonuçları olduğu da açık. Tüm bu kıyaslamaları bir kenara bırakarak izlediğimiz filmin David Fincher’in elinden çıkmadığını düşünerek bir tahlilde bulunursak eğer kuşkusuz kendi içinde tutarlılığı olan ve sinemanın görsel gücünü çok iyi kullanan bir filmle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Ama asıl önemsenmesi gereken noktanın da filmin bu kuvvetinden beslenmesinden öte dramatik kurgusuna yoğunlaşılmasının hakkını verip veremediğinde gizli olduğudur şüphesiz. Biz büyürken ya da yaşlanırken çevremizdeki birçok kişinin bizi terk ettiğine tanık oluruz. Benjamin’in içine düştüğü yalnızlık öyküsünün diğer karakterlerle arasında yaşadığı duygusal bağlılıkla ifade edilmeye çalışılması hiç kuşkusuz içsel bir yolculukta anlatımı kaçınılmaz yöntemlerden biri. Çevresindeki insanların ruhsal ve fiziksel yaşı apayrı olan Benjamin’in büyüme sancılarını ifade etmekteki eksikliği, yaşlı adamın kendisine yıldırım çarptığını defalarca anlattığı sahnelerdeki görsel ve düşünsel yabancılaşma hissi üç saate yakın öykünün içinde kaybolan artılar ve eksiler olarak dikkat çekiyor.


Aslında zaman içinde bir yolculuk öyküsüne tanık olduğumuzu da söyleyebiliriz. Yıllar geçtikçe fiziksel geçmişine yolculuk yapan bir adam var karşımızda. Seksen yaşında ana rahmine dönüş yapar Benjamin. İşte bu noktada psikolojik bir gerçeklik ve dönüşümle yüzleşiriz. Zorunlu bir ana rahmine dönüş öyküsü gibi görünse de anlatılan, tamamen çaresiz olduğumuz zamanlarda sığınılan sıcaklık da aslında aynı. Benjamin, fiziksel çaresizliğinde bir dönüşüm kompozisyonu çizerken bizim de en derin suçlarımızı itiraf edebildiğimiz bir sığınaktır ana rahmi. Bu anlatım biçimine David Fincher’dan alışık olmadığımızı yer yer hissediyoruz. Hayatın sonunu betimleyen büyük beyinli ama kısa boylu Benjamin’in öyküsü biraz üstünkörü anlatılmış. Sahneler arasındaki dengenin sağlanmasında yönetmen biraz daha kıvrak davranabilseydi dramatik yapının kuvveti de daha göze çarpıcı olabilirdi. “Forrest Gump(1994”’ın Vietnam Savaşı’na uzanan yaşam mücadelesi ve “The Butterfly Effect(2004)”in zaman kavramının, müdahaleden bağımsız işlerliğini anımsatsa da Benjamin Button, rahatsız edici bir boyuta da taşımıyor bu durumu. Ancak filmin en büyük handikapı dediğim gibi dengeleri tutturamamış olmasında saklı. Anlatılan hayat hikayesinde bazı dönemler fazla uzun, bunun aksine sosyal ayrıntıyı ve Daisy açısından bakıldığında yaşanılan duygusal devinimi yakalayabilmemiz için anlatılması gereken bazı sahnelerin de oldukça kısa sürdüğünü görüyoruz. Ancak film o kadar ağır bir etki yaratıyor ki üzerimizde uzaması gereken ve ayrıntıyı yakalayabilmemize yardımcı olacağını düşündüğüm sahnelerin bile farkına varamaz oluyoruz. Bir nevi film üzerimizde yarattığı ağırlıkla seyirciyi etki altına alma, uyuşturma ve perdeden tamamen koparma arasında gidip geliyor. İşte bu noktada da başarılı görsel sunum bir çok eksikliğin de üzerini kapatıyor.

Görkem (07/02/2009)

Puan: 100 Üzerinden 72

Yönetmen: David Fincher
Senaryo: Eric Roth, Robin Swicord, Francis Scott Key Fitzgerald (Kitap)
Görüntü Yönetmeni: Claudio Miranda
Müzik: Alexandre Desplat
Yapım: 2008, ABD, Renkli

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder