Festivaller aslında şehirlerin yaşadığına, kanlı canlı karşımızda durduğuna, nefes aldığına işaret ederler. Şu ana kadar ziyaret edebilme şansına ulaştığım İstanbul Film Festivali bunun en somut örneğidir. Az kalsın filmleri izlemeye kıyamadığım anlar bile oldu. Ama bir festival var ki dokunmaya bile korkarsınız incinecek kırılacak diye. Gezici Film Festivali nam-ı diğer Festival on Wheels ten bahsediyorum. Soğuk Ankara kışlarına sakin sakin hazırlık yaparken bana sıcacık bir karşılama yapan bir festivaldir bu. Kahve tadında da diyebiliriz. Jens Lien'in kusursuz kara mizah şaheseri "Sorun Yaratan Adam" la tanışmama vesile olmuş, Pernille Fischer Christensen ile cinsiyet kimliksizliğine inceden bir bakış attırmış, Haneke ile sığ sularda boğulmama neden olmuş, Goddard'ın burjuvazi eleştirisi yaşasın anarşi dedirten "Haftasonu" filmi ile yakın temas kurdurmuş ve Almodovar'ın kriz geçiren kadınlarının içinde sıkışarak 80 lere farklı bir bakış attırmış bir festivaldir bu. Gerçeküstücü kısa filmlere, avrupa panoraması başlıklı kısalara ve çocuklar için özel seçkilere kapılarını açmıştır. Üstelik ücretsiz kısa film gösterimleri sunarak kısa film mantığının daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamıştır. Gezici festival tamamen amatör bir ruha sahiptir. Üniversitede tiyatroyla uğraşırken amatör bir ruhla profesyonel işler çıkarmaya çalışırdık. Bu festivalin de şehir şehir dolaşarak ulaşmaya insanların pek de itibar etmediği yerleri ziyaret etmesi, sinemanın ne demek olduğunu pek de bilmeyen insanlarla buluşmaya çalışması aslında ticari kaygılardan uzaklaşmış amatör bir ruhun savaşı. Savaş diyorum çünkü tam da bu yıl aslında ayakta durmak için her şeye rağmen direndiğini bize gösteriyor. Kars yerel yönetimlerindeki değişimlere paralel Gezici Festival bu yıl Kars'a uğrayamaz oldu. Daha doğrusu uğramaktan öte Kars, bu festivalin ev sahibiydi. Çeşitli seminerler, workshoplar , sinema konuşalım etkinlikleri ve galalara tanıklık etmişti. Bu uzak yolculuğa 15. yıl itibariyle veda etmek üzücü. İşin sanata vurulmuş okkalı bir balta olduğunu söylemek de yetmiyor sonuçta. Tekerlekleri üzerinde gezen festivalimiz kendine ev sahipliği yapacak sıcak bir yuva arayışına girdi. Yıllar önce bana kapılarını açan aile şimdi ıssız kalmaya başlamıştı. Şehirde bir film festivali düzenlemek bir çok şehir için fazla ütopik gelse de bir şehir bu festivale kapılarını açtı. Eveeet bundan sonra yeni mekanımız "Artvin". Hepimize hayırlı uğurlu olsun temennileri eşliğinde festival ruhunun 4 - 10 Aralık'ta Ankara Batı Sinemasında, 11 - 17 Aralıkta Artvin'de ve 18 - 20 Aralık'ta da sınır ötesi Üsküp'te yaşatılacağını hatırlatırım. Batı Sineması bir hayli anı yüklüdür benim için. Perdeleri kapalıydı ancak bu yıl Gezici Festivalle birlikte kapılarını tekrar açıyor. İstanbul'da da Yeni Rüya sineması için çok sevinmiştim. Üç Film Birden hikayesi kapanıp yerine festivallere ev sahipliği yapan bir sinemaya dönüştürülmüştü bu sinema da. Şimdi Batı Sineması da Üç Film birden e mi dönüştürülecek endişeme tam da zamanında, güzel bir darbe indirilerek sanatsal paylaşıma açık hale getirildi. Batı Sineması'nın önünde Titanic için kışın soğukta saatlerce kuyruk beklediğim günü hala unutamam. Eski, anı kokan bir sinemayı daha kaybetmemenin sevincini de buradan paylaşmak istedim.

Gelelim festivalin bu seneki bölümlerine. Festival bu sene "KARŞI" sloganıyla karşılıyor bizi. Karşı olunacak temalar da hazır: Kapitalizm, Savaş, Burjuvazi, Eğitim, Milliyetçilik, Militarizm ve Cinsiyetçilik. Karşı bölümüne ek olarak da bir panel düzenlenecek. "30 Yıl Önce, 30 Yıl Sonra Almanya", "Kısaca Brezilya" ve "Türkiye Sineması 2009" şu an için belli olan diğer seçkiler. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da takip edemeyeceğim ben. İlk göz ağrım diyebilirim bu organizasyon için. Ruhu olan genç bir proje. Takip etmenizi, çevrenizdekilere tavsiye etmenizi, izlediğiniz filmleri bi kenara not etmenizi şiddetle öneririm. Ha unutmadan bir de bu yıl Reha Erdem kitabı çıkıyor Fırat Yücel tarafından hazırlanacak olan. "Kosmos" öncesi Reha Erdem'i de derinlemesine incelemek isteyenler için başucu kitaplarından biri olacaktır kuşkusuz.












Her anlamda fazla suya sabuna dokunmadan herkesin anlayacağını düşündüğü bir üslupla güzel mekan tasarımları eşliğinde hikaye kurgulanmış. Ancak üslup olarak karşılaştırdığımız zaman Alejandro Gonzalez Inarritu'nun üçlemesinin ilk ayağı olan "Amores Perros (2000)" ta da bu şekilde bir anlatım mevcuttu. Ve iki filmin de amacına ulaşma ve sinemasal yenilikler yaratabilme açısından gözle görülür farklılıkları mevcut. Inarritu, Amores Perros'tan Babel'e kadar geçen sürede gittikçe değeri anlaşılan bir yönetmen oldu. Bunun nedeni ise filmografisine yansıttığı istikrarda da saklı hiç kuşkusuz. Danny Boyle'nin filmiyle yanyana koyulduğu zaman ikisi de iki ülkede yaşanan sefalete bir bakış atmışlar. Ama fark şu ki Inarritu gayet iyi bildiği bir kültürü orjinal lisanıyla farklı hayatların bileşkesinde anlatırken Boyle, uzağında kalmış anlattığı coğrafyanın. Akademinin de zamanında değerini anlayamadığı yönetmenleri zamansız ödüllendirme çabası olduğunu düşünürsek Inarritu'nun da sırası gelmedi mi acaba? 


















