SOPHIE’NİN HÜZNÜ
“Sophie’s Choice” Üzerine…
İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan soykırıma dair yapılan filmler yaşanılan trajediyi çok farklı boyutlarda ele almıştır. Fakat her şeyden öte insana dair kaçınılmaz duygusal yaklaşımı barındırırlar. Sinema tarihinin en dokunaklı soykırım öyküsünün “La Vita é Bella (1998)” olmasına şaşırmamalı. Roberto Benigni öyle bir işe imza atmış ki insan denilen ve her duyguyu içinde saklayan canlıyı tamamen çıplak bırakmış. İşte size çaresizliği, savunmasızlığıyla yine de sapasağlam durabilen “insan”. Daha da önceki bir tarihe gidersek soykırım sonrası travmayı, başka hayatların bileşkesinde anlatan Sophie’s Choice karşımıza çıkacaktır. Alan J. Pakula’nın William Styron’un kitabından uyarladığı film, hayattaki son nokta olabilecek derecede ağır bir tercihle baş başa bırakılan Polonyalı bir kadının öyküsünü anlatıyor. Film, tercih ettiği anlatım biçimiyle en baştan büyük bir risk alıyor. Flashbacklerle yalnız bırakılacağımıza o kadar emin olmamıza rağmen daha farklı bir yalnızlıkla karşılaşıyoruz: Sophie’nin gizem dolu geçmişi. İlk yarı savaş sonrası gitgellerle dolu Sophie’yi izliyoruz genç Meryl Streep performansıyla. Bu kadar mı iyi oynar denilebilecek kadar hakkını veren bir oyunculukla üstelik. Meryl Streep bu filmde oynamayı o kadar çok istemiş ki daha senaryonun korsan kopyasını okur okumaz yönetmeni ikna etmeye çalışmış. Başlarda Sophie karakteri için ilk Bond kızı ve 1960’ların seks sembolü olarak görülen Ursula Andress düşünülmüş ama Meryl Streep’in varlığında karar kılınmış. İyi ki de öyle olmuş. Amerika’nın bol oscarlı ve bol Oscar adaylığına sahip oyuncusu bu rol için Polonya aksanıyla İngilizce, Lehçe ve Almanca konuşabilmeyi öğrenerek de yaptığı işin hakkını nasıl verdiğini bize kanıtlıyor.
Filmde yazar Stingo’nun gözünden Brooklyn içinde bir büyüme ve keşfetme sürecine tanık oluyoruz. Nathan ve Sophie’nin sırlarına Stingo ortak olur. Nathan’ın şizofren ruh hali, Sophie’nin ölümden değil Nathan’ın yalnız ölmesinden korkması ve tüm bunlara Stingo’nun anlam verememesi sadece Sophie’nin geçmişine odaklanarak olayları algılayışımızı değiştiriyor. “Normal olma” kavramına dair keskin bir duruş var. Şizofrenlik ya da bize dayatılan tam tersi normalliğin iç içe geçmesi ve paralelinde neyin normal neyin anormal olduğunun anlaşılamaması. Stingo, Sophie’nin geçmişine dair her şeyi öğrenmesine rağmen yine de Nathan’ı seçmesine anlam veremez. Aynı şekilde seyirci de anlam veremiyorken, Sophie’nin geçmişine odaklanarak artık onun için normal kavramının tamamen bulanıklaştığının farkına varamayabilir. Bu üçlü arasında yaşanılanlar yer yer Bertolucci’nin “The Dreamers (2003)” filmini akla getiriyor. Özellikle karakterlerin derin, duygusal keşfedişlerine yönelik çıktıkları yolculuklarının öyküsü niteliğinde. İki filmde de şehir arka plandadır ama fon olarak hangi şehirlerin seçildiği bize açıkça belli edilir. Şehir içinde kayboluş hikayeleridir aynı zamanda. Ama anlatılan her şey Sophie’nin hüzünlü geçmişinden yola çıkarak tahammülü zor hayatta kalma mücadelesinin yan unsurlarıdır. Sophie öyle zor bir tercih yapmıştır ki işte o tercihten sonra hiçbir şeyin, onun canını acıtamayacağını anlarız. Tek seferde çekilen seçim sahnesinin üzerinizde yarattığı ağırlık hiç kuşkusuz günlerce geçmeyecektir. Sophie, hüznün ta kendisidir.
Filmde yazar Stingo’nun gözünden Brooklyn içinde bir büyüme ve keşfetme sürecine tanık oluyoruz. Nathan ve Sophie’nin sırlarına Stingo ortak olur. Nathan’ın şizofren ruh hali, Sophie’nin ölümden değil Nathan’ın yalnız ölmesinden korkması ve tüm bunlara Stingo’nun anlam verememesi sadece Sophie’nin geçmişine odaklanarak olayları algılayışımızı değiştiriyor. “Normal olma” kavramına dair keskin bir duruş var. Şizofrenlik ya da bize dayatılan tam tersi normalliğin iç içe geçmesi ve paralelinde neyin normal neyin anormal olduğunun anlaşılamaması. Stingo, Sophie’nin geçmişine dair her şeyi öğrenmesine rağmen yine de Nathan’ı seçmesine anlam veremez. Aynı şekilde seyirci de anlam veremiyorken, Sophie’nin geçmişine odaklanarak artık onun için normal kavramının tamamen bulanıklaştığının farkına varamayabilir. Bu üçlü arasında yaşanılanlar yer yer Bertolucci’nin “The Dreamers (2003)” filmini akla getiriyor. Özellikle karakterlerin derin, duygusal keşfedişlerine yönelik çıktıkları yolculuklarının öyküsü niteliğinde. İki filmde de şehir arka plandadır ama fon olarak hangi şehirlerin seçildiği bize açıkça belli edilir. Şehir içinde kayboluş hikayeleridir aynı zamanda. Ama anlatılan her şey Sophie’nin hüzünlü geçmişinden yola çıkarak tahammülü zor hayatta kalma mücadelesinin yan unsurlarıdır. Sophie öyle zor bir tercih yapmıştır ki işte o tercihten sonra hiçbir şeyin, onun canını acıtamayacağını anlarız. Tek seferde çekilen seçim sahnesinin üzerinizde yarattığı ağırlık hiç kuşkusuz günlerce geçmeyecektir. Sophie, hüznün ta kendisidir.
Kimine göre fazla buruk bir film Sophie’nin seçimi. Özellikle son on beş dakika içinde çözüme kavuşan gizem belki de fazlasıyla sert. Ama sertliğin ta kendisi olarak kabul edersek yaşama dürtüsünü, film her şeye rağmen hayatta kalan Sophie’yi anlatma konusunda iddiasız ama şahsına münhasır bir yere oturuyor. (04/02/2009)
Görkem (100 Üzerinden Puan 77)
Yönetmen: Alan J. Pakula
Yönetmen: Alan J. Pakula
Senaryo: William Styron
Görüntü Yönetmeni: Néstor Almendros
Müzik: Marvin Hamlisch
Oyuncular: Meryl Streep, Kevin Kline, Peter MacNicol, Rita Karin
Yapım: 1982, ABD, Renkli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder