Hani çocuklar gibi şen şakrak olup hop oturup hop kalkmak istersiniz ya ben Nisan ayı boyunca bu şekilde bir hiperaktifliğe sahibim. Malum İstanbul Film Festivali başladı. Birbirinden seçkin yapımlar, bölümleriyle herkese alternatif oluşturabilecek bir içeriğe sahip programıyla beni de elimde kitapçık arkadaşımla birlikte Emek’ten Atlas’a oradan Yeni Rüya’ya oradan da Beyoğlu sinemasına koşturur hale getirdi.
İsveç yapımı Gir Kanıma’yı gördüm ikinci gün. Hem de yemeden içmeden sabah 11.00 seansında. Yönetmen koltuğunda Tomas Alfredson var. Son zamanlarda gördüğümüz Twilight fırtınasından sonra vampir temalı filmlere kesinlikle alternatif oluşturarak farklı bir noktada incelenmesi gerektiğini bize kanıtlayan bir film. Aşk deseniz en yalın haliyle mevcut, açlık temasına ilişkin hırçınlaşmaya dair, 12 yaşındaki bir çocuğun yabancı düştüğü çevreye dair minimal bir üslup geliştirmiş yönetmen. Ne de olsa bir İsveç filmi izliyoruz ve karakterlerin hareketlerinden tutun yaşanılan iklime, kullanılan İkea motifli ürünlere kadar her şey bu görüntüyü tamamlıyor. Güçlü olabilmek üzerine aynı zamanda Gir Kanıma. Eli’nin Oskar karşısında iradesine hakim oluşu ve Oskar’ın okuldaki diğer çocuklara boyun eğmeyişi günümüz tüketim toplumunda algılarımızı harekete geçirme noktasında sert bir anlam kazanmış. Fedakarlık döngüsünde de Eli’nin babasının kendisini teslim edişine tanıklık ediyoruz. Tüm bunlar aslında normal olan bizlerin yaşadığı gidip gelmelerden ibaret. Vampir olgusunun tamamen simgesel bir anlatım biçimi olduğunu ve bu biçim itibariyle de yapılmış tüm klasik vampir kurgularından farklılaştığını söyleyebiliriz. Kabul etmemiz gerekir ki korku temalı bir çok filme ait motifler başarılı bir şekilde farklı filmlerde ya da farklı açılımlar yaratabilmek amacıyla kullanılabilir. Hideo Nakata’ın mucizesi Halka serileri ve Karanlık Sular bu duruma örnek olarak verilebilir. Alfredson’u bu noktada kutlamak ve işinin hakkını verdiğini kabul etmek gerek. Tabiiki vizyon filmleri içindeki hengameden bizi kurtardığı için festival ekibini de. Gerçi yorucu bir tempoyla filmler izleniyor ama her şeye rağmen değiyor. Bir filmden diğerine geçerken aynı kişileri görebilmek, sinema yazarlarına rastlayıp ayak üstü üç beş laf edebilmek sinemayla ilgilenen insanlar için gerçekten önem arz ediyor. Sinefili hastalığını taşıdığını insan festival zamanları daha iyi kavrayabiliyor doğrusu.
Kıssadan hisse meşakkatli bir iş festival yolcusu olmak…