23 Şubat 2010 Salı

Festivalde Bir Sabah:
“Gidersem Yaşarım Kalırsam Ölürüm”
Nisan 2009 dan Kalma Bir Yazı

Hani çocuklar gibi şen şakrak olup hop oturup hop kalkmak istersiniz ya ben Nisan ayı boyunca bu şekilde bir hiperaktifliğe sahibim. Malum İstanbul Film Festivali başladı. Birbirinden seçkin yapımlar, bölümleriyle herkese alternatif oluşturabilecek bir içeriğe sahip programıyla beni de elimde kitapçık arkadaşımla birlikte Emek’ten Atlas’a oradan Yeni Rüya’ya oradan da Beyoğlu sinemasına koşturur hale getirdi.


İsveç yapımı Gir Kanıma’yı gördüm ikinci gün. Hem de yemeden içmeden sabah 11.00 seansında. Yönetmen koltuğunda Tomas Alfredson var. Son zamanlarda gördüğümüz Twilight fırtınasından sonra vampir temalı filmlere kesinlikle alternatif oluşturarak farklı bir noktada incelenmesi gerektiğini bize kanıtlayan bir film. Aşk deseniz en yalın haliyle mevcut, açlık temasına ilişkin hırçınlaşmaya dair, 12 yaşındaki bir çocuğun yabancı düştüğü çevreye dair minimal bir üslup geliştirmiş yönetmen. Ne de olsa bir İsveç filmi izliyoruz ve karakterlerin hareketlerinden tutun yaşanılan iklime, kullanılan İkea motifli ürünlere kadar her şey bu görüntüyü tamamlıyor. Güçlü olabilmek üzerine aynı zamanda Gir Kanıma. Eli’nin Oskar karşısında iradesine hakim oluşu ve Oskar’ın okuldaki diğer çocuklara boyun eğmeyişi günümüz tüketim toplumunda algılarımızı harekete geçirme noktasında sert bir anlam kazanmış. Fedakarlık döngüsünde de Eli’nin babasının kendisini teslim edişine tanıklık ediyoruz. Tüm bunlar aslında normal olan bizlerin yaşadığı gidip gelmelerden ibaret. Vampir olgusunun tamamen simgesel bir anlatım biçimi olduğunu ve bu biçim itibariyle de yapılmış tüm klasik vampir kurgularından farklılaştığını söyleyebiliriz. Kabul etmemiz gerekir ki korku temalı bir çok filme ait motifler başarılı bir şekilde farklı filmlerde ya da farklı açılımlar yaratabilmek amacıyla kullanılabilir. Hideo Nakata’ın mucizesi Halka serileri ve Karanlık Sular bu duruma örnek olarak verilebilir. Alfredson’u bu noktada kutlamak ve işinin hakkını verdiğini kabul etmek gerek. Tabiiki vizyon filmleri içindeki hengameden bizi kurtardığı için festival ekibini de. Gerçi yorucu bir tempoyla filmler izleniyor ama her şeye rağmen değiyor. Bir filmden diğerine geçerken aynı kişileri görebilmek, sinema yazarlarına rastlayıp ayak üstü üç beş laf edebilmek sinemayla ilgilenen insanlar için gerçekten önem arz ediyor. Sinefili hastalığını taşıdığını insan festival zamanları daha iyi kavrayabiliyor doğrusu.

Kıssadan hisse meşakkatli bir iş festival yolcusu olmak…


11 Şubat 2010 Perşembe

DÜNYADAN GELEN SESLER - District 9 Üzerine...

Bilimkurgu filmleri şimdiye kadar alışılagelmiş formatlara ihanet etmeye pek cesaret edememişlerdir. Yarattıkları dört duvar arası kurallar bütünü de kimi zaman beyazperdede görmeye çok aşina olacağımız klasiklere zemin hazırlamıştır. Steven Spielberg'in E.T. siyle büyüyen bir nesil olarak sevimli hale bile getirdik bilimkurgu temel taşlarını. Ancak modern sinemanın eskiyi de hiçe saymadan doğallığını koruyarak ve en önemlisi de bildik konulara bambaşka formlar oluşturan bir yapıya da ihtiyacı olduğu kesin. İşte District 9 bu derde deva olabilecek, başından sonuna kadar kural bozan yapısıyla klasik bilimkurgu senaryolarından sıyrılabilecek bir başyapıt. Uzaylılar, gerçekliğini uzun yıllar boyunca tartıştığımız bir bilimkurgu metası olmuşken bambaşka bir perpsektifle bakılması gerekir diyor bu film. Her şeyden önce varlıklarını sorgulamıyor üstüne üstük kapitalist sistemin tüm eziciliğini onların üzerinde uyguluyoruz. Yadırgama ve telaş yok. Yönetmenin uzaylılar üzerinden görsel olarak sunmaya çalıştığı bir sevimlilik gösteri de mevcut değil. Ama asıl kurulması gereken bağ da görselliğin çok ötesinde vuku buluyor. Yabancı olanı ötekileştirme üzerine ve insanoğlunun en vahşi köklerine kadar uzanan derinlemesine bir itiraf sürecine dair tüm gerçekleri gözümüzün içine sokuyor yönetmen Neill Blomkamp. Sinyaller gönderip uysal iletişimler kurmak zorunluluğu ya da uzaydan gelen yaratıklar tarafından istila edilme keşmekeşi yok. Uzaylılardan güç alma ve zamanla onlardan birine dönüşme isteği de insanlık tarihine dair en derin ritüellere ışık tutuyor. Modern diye tabir edilen yüzyılın ritüelleri, Adem ve Havva'dan süregelen alışkanlıklarımızmış aslında. Uzaylıdan bir parça ye ki onun gibi güçlü ol. Hem de kanlı canlı olarak ye ki en vahşi dürtülerinle o bedene sahip olasın.




Filmi izlemeye başladıktan kısa bir süre sonra belgesel izlediğinize neredeyse emin oluyorsunuz ama tam da o sırada belgeseldeki sunucu, kameraman birden olayın içine dahil oluveriyor ve kameraman olarak tanımladığımız şahıs birden ortadan kayboluyor. Filmin başlarında tamamiyle gerçek olduğuna emin olmamızı sağlayan görsel kurgulama tekniği zamanla gerçek ve kurmaca arasında sıkışmamıza ama yine de gerçek dışı gibi görünecek tarafa doğru kaymamıza neden oluyor. Peter Jackson filme ne derece ışık kaynağı oluşturmuş tam olarak bilemiyorum ama ortaya şimdiye kadar gördüğümüz en orjinal bilimkurgu hikayesi çıkmış. Merak uyandıracak gelişmeler de sinemada görmeye aşina olduğumuz ve alışkanlığa dönüştürülmüş vazgeçilmez kurgulardan ustaca ayıklanmış, önümüze tapteze yeni bir lezzet çıkmış. Ama aslında yıllardır yediğimiz ama yediğimizi pek de fark edemediğimiz bir lezzet desek daha doğru olur. Bu sonuca varmamızı sağlayan başlıca neden de daha önce de bahsettiğim üzere ötekileştirme kavramı. Azınlıkta kalanı yadırgama, dışlama, bir denek malzemesiymiş gibi masaya yatırıp organlarını deşme, sonrasında da hiçbir şey olmamışçasına başa dönme. Bir savaş filmiydi yani District 9. İnsanlık tarihinde yaşanan savaşları, haksız mücadeleleri göz önünde bulundurursak hiçbir farkı olmadığını da görürüz. Tecrit edilmeye çalışılan uzaylılar F tipi yaşama alanı olan 10. Bölge'ye yerleştirilmek isteniyor. Cinsellik teması da insanoğlunun arkasına sığındığı en ucuz kavram oluyor ve kendini yine o basit sözcük olan "fuhuş" la tanımlıyor. Buram buram kokan bir ırkçılık eleştirisi de göze çarpanlardan. Filmin bilimkurgu motifi yoğunlukla teknik anlamdaki anlatım biçimi ve kurgulanışında gizli. Onun ötesinde sosyolojik çözümlemeler sunan, en ilkel hareket biçemlerini direkt olarak ama gözümüzün içine de sokmadan sorgulayan, farklı olanın yok edilmeye çalışılmasını anlatan ve tüm bunları gerçekleştirirken insanoğlunun verdiği reaksiyonları bir ayna yardımıyla önümüze getiren bir yapım duruyor karşımızda.

District 9 en iyi film dahil toplam 4 dalda oscara aday. Alamaması muhtemel gözükse de akademi jürisi tarafından es geçilmemesi sevindirici. Filmi izledikten sonra da oscarı alıp almaması gerektiği de önemsizleşiyor zaten.


Bir uzaylı filmi izleyerek nerden nereye geldiğimizi sorgulatan "District 9" iyi bir film olduğunu, ayaklarının yere sağlam bastığını hissettirerek gösteriyor. Avatar nasıl ki 3 Boyutlu teknolojisini hayranlıkla izlememi sağlayabildiyse "District 9" da kendimi bildim bileli izlediğim uzaylılardan yola çıkarak insana dair birçok parçayı görmemi sağladı. Kalbinin toprağı sert olan insan yine oraya bir şeyler ekmeye çalıştı ama bir türlü filiz veremedi diyerek sonlandırıyorum yazımı ve izleyip ayrıcalıklı bir bakışa sahip olabilmenizi temenni ediyorum.


Yönetmen: Neill Blomkamp
Görüntü Yönetmeni: Trent Opaloch
Müzik: ClintonShorter
Oyuncular: Sharlto Copley, Jason Cope, Nathalie Boltt
Yapım: 2009, Yeni Zelanda, 112 dk, Renkli

6 Şubat 2010 Cumartesi

NUOVO CINEMA PARADISO


“Gerçekten çok geç kalmışım.”

Bazen neye güldüğünüzü ya da neye ağladığınızı tam olarak kestiremezsiniz ya işte tam da bu noktada çıkıverdi ağzımdan bu sözler. Geç kalınmış bir saygı duruşunda bulundum bugün Salvatore ustanın önünde. Onun yarattığı o sıcak cennet sinemasının içine girdim ve her şeyi en çıplak haliyle izledim. Zaman zaman Toto oldum zaman zaman da Alfredo. Ama her ikisinin yerine koyduğumda da kendimi derin bir acı hissettim yaşamaya dair. Geçmişimle yüzleştim hala genç olduğumu unutarak belki de. Ya da zamanın çok hızlı geçip gittiğini inkar ettim. Kendimle yüzleştim nihayetinde.




Ne büyük bir duygu seline kaptıran bir filmmiş diyorsunuz evet ama başka türlü de bir giriş yapılması olanaksızdı böyle bir film hakkında yazılacak bir yazının başına. 1988 yapımı Nuovo Cinema Paradiso dan bahsediyorum. Anladığınız üzere de demek isterdim ama benim gibi geç kalmış yolcuları da hiçe saymamam gerektiğini düşünüyorum. 22 yıl sonra filmi görmeyi başarabilmiş olan ben, özel bir anlam içerdiğini düşünüyorum bu filmin sinema tarihi açısından. Öncelikle sinema sanatına karşı bir saygı duruş niteliğinde. İçinde birçok anlama yer verse de sinema tutkunlarını bambaşka noktalardan alıp götürebilecek bir güce sahip. Filmdeki Toto tasviri pek çok kişinin içinde yaşattığı ama farkına da varamadığı ya da bir yerlerde unuttuğu Toto tasviri aslında. Hal böyleyken içindeki çocuğa, hayallere ulaşabilmeye dair akdeniz üslubuyla –ki bize çok yakındır- sıcacık bir film çıkmış ortaya. Cinema Paradiso aynı zamanda bir değişim öyküsü. 1954 yılında başlayan öyküde Paradiso yaşlısı genci. İdealist olsun olmasın, düşünen ya da düşünmeyen her insana kapılarını açar. Ve insanlar yıllar yılı değişir. Televizyon, akabinde de video girer hayatlara. Cinema Paradiso kapılarına zincir vurmaya mahkum olur. Arda kalanlar da bir damla gözyaşı döker sadece.



Tornatore, Malena’ da sosyal yönleri zayıf, yeni algılara tamamen kapalı bir topluma bir çocuğun gözünden bakmış aslında Cinema Paradisodan bu yana da özünde hiçbir şeyin değişmediğini anlatmaya çalışmıştı. Ama dili o kadar sıcaktı ki her iki filmde de aşk ve dram oldukça bütünleştirilmiş olarak sunuluyordu. Büyüme çağına dair sancılar ve her insanın hayatında bir Alfredo olmalı gerçeğiyle noktalanıyordu film. Geriye baktığımızda pişman olmamamız için hep yanımızda olur ve bizi bizim hissetmediğimiz bir şekilde beslerler sanki.


Eski sinemaların kokusunu da bolca hissedebiliyorsunuz bu filmde. Emek sinemasının kokusu var her karesinde. Aslında farkına da varıldığı üzere çok fazla ameliyat masasına da yatıramayacağınız bir film bu. O derece samimi ve dürüst bir şekilde anlatmış ki derdini. Sadece izlemek kalıyor. Sadece herkesin kendi hayatındaki mutluluklarına ve mutsuzluklarına dair bir yolculuğa çıkması gerekiyor. O kadar…

Yönetmen: Giuseppe Tornatore
Görüntü Yönetmeni: Blasco Giurato
Senaryo: Giuseppe Tornatore, Vanna Paoli
Müzik: Ennio Morricone
Oyuncular: Jacques Perrin, Marco Leonardi, Salvatore Cascio, Philippe Noiret
Yapım:
1988, Fransa – İtalya, Renkli, 123 dk.