Sıradan yaşamların tekdüzeliklerini, karakterlerin sıkışmışlıklarını fark etmeden sürdürdükleri ilişkilerini anlatan filmler vardır. "The Squid and The Whale (2005)" de tekdüze Amerikan orta sınıf bir aile yapısı mercek altına alınır. Adam entelektüel ama bir o kadar sıkıcıyken kadın ise ilişkinin çarpıklığında ya da olması gereken her neyse vardığımız noktada umursamaz bir görüntü sergilemektedir. Çocuklar ise oradan oraya savrulmaya mahkum olduklarını bize film başlar başlamaz hissettirirler. Mekan bize hiç de uzak değil. Sürekli evlerimizde televizyonu açtığımızda, sinemaya gittiğimizde gördüğümüz bir Hollywood filminde aşina olduğumuz caddeler, evler ve insanlar. İşte bu noktada filmin beslenmeye ihtiyaç duyduğu yabancılaşma hissi bir başka Amerikan bağımsızında hayat buluyor. Daha doğrusu hayat bulmasına imkan verilen bir platformda fazla suya sabuna dokunmadan sorgulanıyor.
Lost in Translation, fotoğrafçı eşinin iş seyahati vesilesiyle kendini Tokyo’da bulan bir kadınla ünlü bir reklam yıldızının tarifi zor ilişkilerini beyazperdeye taşıyor. Öncelikle belirtmeliyim ki kendine, çevredeki diğer insanlara yabancılaşma kavramı Japonya’nın klostrofobik atmosferiyle öyle bütünleşmiş ki Sophia Coppola’nın diyaloglardaki kopukluk ve gereksiz laf kalabalığına izin vermeden karakterler üzerinden hikayesini anlatmaya çalışması izleyiciyi yormadan kendinden emin bağımsız bir film çıkarmış ortaya.
Scarlett Johansson’un canlandırdığı Charlotte, filmin başlarında bize eşinin başarısının arkasında gittikçe silikleşmiş, özgürlüğüne aç bir kadının çaresizliği, iletişim özlemi ve sevgisizliği üzerine kurulu bir portrenin tasvirini yapıyor. Gerçi filmin başında neyse sonunda da farklı bir şey yok. Arada bir yerlerde yaşananlar Tokyo’nun Charlotte’nin üzerinde yarattığı etkinin yanında bütünleyici bir unsur. Bob Harris’in tarafından baktığımızda da durum böyle. Filmde benim asıl ilgilendiğim şey ise yabancılaşma kavramının ustaca ve o kadar yalın bir dille – ki dili bile karmaşıklaştırmasındaki basitliğiyle – alakalı.
Sözlerin bile bittiği bir yer vardır. İşte o zaman her şey kendini tekrar eder, sürekli başa döneriz ve bu da insan beynini çok fazla yorar. Reklam çekimleri esnasında Bob’un fotoğrafçı ve fotoğrafçıyla arasında bağlantı kurmaya çalıştığı çevirmenle yaşadığı diyalog karmaşası, bize kültürel farklılaşmadan tutun en basiti insanın kendi ağzından çıkan sözcüklere dahi ne denli uzaklaşabileceğinin kanıtı. Birileri sizi ne kadar iyi tanıyor olursa olsun, ne kadar popüler olursanız olun ifade etme noktasında tıkandığımız zaman gücümüzün de yavaş yavaş çekildiğini hissederiz ki bu sahne de olayın gelmiş olduğu vahim durumun çok basit simgesel bir tasviri sadece. Takip eden sahnelerde de çeviride yaşanan kayıplar mizahi bir üslupla ve Bill Murray’ın kusursuz performansıyla resmedilmiş.
Bob, hayatta bi çok şeye sahiptir. Ama maneviyata dönük tamamlanması, eksikliğinin varlığını kendine itiraf edebilmesi gereken çıkmazları da sahip olduğu maddi imkanların ve şöhret olmanın verdiği avantajların yanında önemli unsurlar olarak kendini gösterir. Maketten yapıldığı izlenimini veren şehrin ortasında, otelde karşılaştıklarında yaşanılan eksiklik ve açlık duyguları da peşi sıra daha da belirginleşecektir. Kadının yalnızlığından ve bir türlü hayatta bir şeylere tutunamayışından kaynaklanan isteksizliğiyle, Bob’un monotonlaşmış yaşamından kurtulup nefes alabilme ihtiyacı; bu iki insanın bir şeyleri paylaşabileceklerini kendilerine itiraf edebilmelerini sağlamada önemli rol üstlenir. Görünen odur ki yakınlaşmaktan başka çare de yoktur. Her şeyin yolunda gitmesi için mutlu bir evlilik ve dokunaklı bir baba oğul ilişkisi de yeterli olamayabilir. Fedakarlık yapılan bi çok şeyden zihinsel olarak arınmanın yanı sıra fiziksel olarak da yalıtılmışlık hissi Bob’un eksik parçaları zamanla tamamlamaya başlamasına yardımcı olur. Filmde Japonlar ve bu iki karakter arasında geçen zoraki iletişim ve çoğu zamanda da mecburi iletişimsizlik öyle bir hal alır ki bir süre sonra Charlotte ve Bob’u aynı karede gördüğümüz zamanlarda da havada asılı kalan bir çok cümleye tanık oluruz. İşte bu noktada da yabancılaşmanın, tamamen anlamadığımız bir dil üzerine temellendirilmesinden öte bir boyutta olduğunu görürüz. Hayata ve bize öğrettiği kurallara, gelenekçi yaklaşımlara dair sorgulamaktan ve bunun sonucunda hissettirdiği hapsolmuşluk hissinden daha fazla nasibini aldığını fark ettirir bize.
Sıkı bir film duruyor karşımızda. A dan Z ye insanoğluna dair hissedilebilecek tüm duyguları filmde yakalamak mümkün. Ama bu duyguların neredeyse tamamının farkında değildir karakterler. Ucu açık soruları bolca soran ama tüm bunları samimi bir dille anlatarak görsel naifliğinden beslenen Lost in Translation, çağımıza dair insan denilen kara kutunun karmaşasını başarılı bir şekilde gözler önüne seren bir yapım.
Görkem (Puan: 100 üzerinden 79)
Yönetmen: Sofia Coppola
Senaryo: Sofia Coppola
Görüntü Yönetmeni: Lance Acord
Müzik: Brian Reitzell, Kevin Shields
Yapım: 2003, ABD, Renkli